Cubrân halîl cubrân’ın “surâhu’l-kubûr” adlı hikâyesi

#1
Sevim Özdemir

Cubrân Halîl Cubrân (1301-1349/1883-1931), dindar bir anne ve din adamlarını fazla önemsemeyen aynı zamanda da içkiye düşkün olan bir babanın çocuğu olarak Kuzey Lübnan’da bir köy olan Bechari’de doğdu. On iki yaşındayken annesi ve kardeşleriyle beraber Amerika Birleşik Devletleri eyaletlerinden Boston’a gitti. Orada resim dersleri aldı. Daha sonra Beyrut’a dönerek Hikmet Medresesine girdi ve dört yıl kaldı. 1908 senesinde Paris’e giderek resim ve heykel enstitülerinde çalıştı ve orada yaklaşık üç sene kaldı. Bu esnada Roma, Brüksel ve Londra gibi sanat ve medeniyet açısından gelişmiş olan başkentleri de ziyaret etti. Paris’te Augoste Rodin’den ders aldı ve onun sayesinde İngiliz şair ve sanatçı William Blake (1757-1847)’in eserlerini tanıdı ve etkisinde kaldı. Daha sonra New York’a döndü ve Alman filozof Nietzsche (1844-1900)’nin eserlerini okuyarak görüşlerini ve felsefesini beğendi. Hayatının bu döneminde iki karakter arasında kaldı. Biri din ve kurallara karşı çıkan karakteri, diğeri ise kendi istek ve heveslerine göre hareket eden ve hayattan zevk almayı seven karakteridir. Hayattan zevk almayı seven karakteri el-Ecnihatu’l-Mutekessira (“Kırık Kanatlar”, 1918) ve Dem‘a ve İbtisâme (“Gözyaşı ve Tebessüm”, 1913) adlı eserlerinde, isyankar karakteri ise el-Ervâhu’l-Mutemerride (“Asi Ruhlar”, 1908) 1, adlı eserinde ortaya çıkmıştır.

Mehcer (“Göç”) Edebiyatının2 önde gelen yazarlarından olan Cubrân, 1920 senesinde de arkadaşları Mihâ’il Nu‘ayme (1889-1988), Nesîb Arîda (1887-1946), ‘Abdu’l-Mesîh Haddâd (1890-1963), Reşîd Eyyûb (1871-1941) ve Nedre Haddâd (1881-1950) ile beraber er-Râbitatu’l-Kalemiyye (“Kalem Birliği”) adlı edebiyat derneğini kurdu ve derneğin başına getirildi. Daha sonra bu birliğe Îliyyâ Ebû Mâdî (1889-1957)3 de katıldı.

Din, dünya işlerinde ve aile ilişkilerinde kurallara ve otoriteye daima karşı çıkan Cubrân bütün dinleri de inkar etmiştir. Her ne kadar Mesih hakkında yazılar yazsa da onun İsa’sı İncil’in İsa’sından tamamen farklıdır. Onun Mesih’i sıradan bir insandır ve o Mesih’in yanında hayır ve şer, iman ile küfür arasında bir fark yoktur. Din kurullarıyla alay eden Cubrân küfür ve imanı aynı seviyede kabul etmiştir. Onun pek çok ilahları vardır, ancak gerçek Allah’ı bu tanrılar arasına koyamamıştır. O kendini, nefsinin rabbi olarak görmüştür. Diğer taraftan öldükten sonra ruhunun, başka bir bedende tekrar dirileceği (reenkarnasyon) fikrine de inanmıştır.

O, vatanını çok sevmesini rağmen milliyetçilik fikrine karşı çıkmıştır. Bunun yanı sıra sosyalizmi de benimsemiştir.

Cubrân eserlerini doğulu bir sûfi ruhuyla yazmıştır. Yazılarında bir yazardan daha çok sanki bir ressam gibidir. Aynı zamanda bir düşünür de olan Cubrân bu özelliğini en-Nebî (“Ermiş”, 1923) 4 adlı eserinde göstermiştir. Feodalite rejimine, gelenek-göreneklere ve mutlak otoriteye karşı olan fikirlerini, eserlerinde sıkça dile getirmiştir.

Cubrân’ın Arapça ve İngilizce olarak yazmış olduğu eserlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

Arapça yazdığı eserler: el-Mûsîkâ (“Müzik”), ‘Arâ'isu’l-Murûc (“Vadinin Gelinleri”, 1905), el-Ervâhu’l-Mutemerride (“Asi Ruhlar”), el-Ecnihatu’l-Mutekessira (“Kırık Kanatlar”, 1908) Dem‘a İbtisâme (“Gözyaşı ve Tebessüm”), el-Mevâkib (“Kafileler”), el-‘Avâsıf (“Fırtınalar”)5, el-Bedâ‘i ve’t-Tarâif (“Eşsizler ve Nükteler)”. Bu eserleri , el-Mecmû‘atu’l-Kâmile li Mu’ellefât Cubrân Halîl Cubrân el-‘Arabiyye adı altında bir kitapta basılmıştır

İngilizce yazdığı eserleri ise şunlardır: el-Mecnûn (“Deli”, 1917), es-Sâbik (“Önceki”, 1920), en-Nebî (“Ermiş”, 1923), Raml ve Zebed (“Kum ve Köpük”, 1926)6, Yesû‘ İbnu’l-İnsan (“İnsan Oğlu Yesû”, 1928), Âlihetu’l-Arz (“Yeryüzünün Tanrıları”, 1931), et-Tâ’ih (“Şaşkın”, 1932), Hadîkatu’n-Nebî (“Ermişin Bahçesi”, 1933). Daha sonra bu eserler Arapçaya çevrilerek el-Mecmû‘atu’l-Kâmile li Mu’ellefât Cubrân Halîl Cubrân el-Mu‘arraba adlı eserde basılmıştır.7

Tahlilini ve çevirisini yaptığımız Surâhu’l-Kubûr (“Kabirlerin Çığlığı”, 1949)8 adlı hikâye, Cubrân’ın el-Ervâhu’l-Mutemerride adlı eserinden alınmıştır. Yazar, mutlak otoriteye, gelenek-göreneklere ve kilise rejimine karşı olan görüşlerini bu hikayede işlemiştir.

Bu hikayede hiç bir soru sormaksızın yargılanan ve hiç bir şahide başvurmaksızın haklarında ölüm kararı verilen üç kişi anlatılır. Bunlardan birinci şahıs, bir askeri öldürmekle itham edilen genç bir delikanlıdır. Aslında bu delikanlı askeri, hiç bir kasıt olmaksızın değil, bilakis nişanlısının namusunu ve şerefini korumak için öldürmüştür. Çünkü asker, gencin nişanlısını, komutanla beraber olması için zorla saraya götürmek istemiştir.

İkincisi ise zina etmekle itham edilen genç bir kadındır. Aslında bu kadın zina etmemiştir. Babasının zorlamasıyla istemediği birisiyle evlendirilmiştir. Çünkü onun hayatında birbirlerini çok sevdiği genç bir delikanlı vardır. Başka biriyle evlendirildikten sonra bir gün sevdiği genç yanına gitmiş, onlar baş başa otururlarken kocası gelmiş ve kadını, zina etmekle suçlamıştır. Bunun sonucunda da genç kadının taşlanarak öldürülmesine karar verilmiştir.

Üçüncü kişiye gelince, bu kişi kilisenin altın kaplarını çalmakla suçlanmaktadır. Oysaki onun çaldığı bir miktar undur. Çünkü kiliseden kovulduktan sonra fakirlikten ve yoksulluktan çocuklarına yiyecek bir şey bulamamıştır. Onların açlıktan kıvranmalarına dayanamayarak kiliseye gitmiş ve un alırken yakalanmıştır.

Hikayede üç ana kahraman bulunmaktadır. Bunlardan ilki cesaret ve gururun temsil edildiği genç, ikincisi masumluk ve talihsizlik temalarının işlendiği genç bir kadın, üçüncüsü ise fakirlik, yoksulluk ve acizlik konularının işlendiği zavallı bir adamdır. Hikayenin bir diğer kahramanı ise olayları bize anlatan yazardır.

Yine hikayede geçen olayların bize aktarılmasında yardımcı olan ve ikinci derecede rol oynayan kahramanlar da vardır. Bunlar delikanlının nişanlısı konumundaki genç kız, recmedilen kadının sevdiği genç ve fakir adamın karısıdır.

Yazar, hikayesinde adil olmayan bir mahkeme kurarak, bu mahkemeye yönelttiği eleştiriler çerçevesinde topluma mesajlar vermeye çalışır. Çünkü mahkeme kararları bir soruşturma ve araştırma yapılmaksızın verilmektedir. Mahkemenin hukuksal bir dayanağı olmadığı gibi kararlarına itiraz da söz konusu değildir. Yazara göre kralın bu kadar geniş bir yetkisi de yoktur. Kralın sanıklar hakkında vermiş olduğu karar da adaletli görülmemektedir.

Bir yönetim biçimi olan feodaliteye karşı olumsuz tavrını da ortaya koyan yazar, kilisenin haksız davranışlarından örnekler vererek onların bu davranışlarının altında yatan sebebin, dini istismar edip kendi çıkarlarına göre yorumlamak olduğunu ima etmektedir.

Yazar, olayları determinik7 bir yaklaşımla okuyucuya sunmaktadır. Yani işlenen her suçun bir sebebi vardır. Örneğin, gencin komutanı öldürmesinin sebebi, nişanlısının namusunu ve şerefini kurtarmak, yaşlı adamın un çalmasının sebebi ise aç çocuklarını doyurmak istemesidir.

Hikayede vurgulanmak istenen bir diğer konu ise, yasaklara karşı bir başkaldırıdır. Çünkü hikayenin her üç kahramanı da kralın koymuş olduğu kanunlara karşı gelmişlerdir.

Diğer taraftan bu öyküde yazar felsefî bir yaklaşım içersinde insanla insan, Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri sorgulamaktadır. Toplumdaki haksızlıklar karşısında adeta Tanrıyla hesaplaşmaktadır. Gerek Tanrının emrettiği gerekse insanların koyduğu kanunlara karşı olumsuz bir tavır içersine girmektedir.

Yazarın hikâyede kullandığı dil sade değildir. Bir kelimeye birden fazla anlam yükleyerek ifadeleri beliğ bir şekilde sunmuştur. Ama buna rağmen okuyucuya düşünecek fazla bir şey bırakmadan her şeyi detayıyla anlatmıştır. Üslup olarak çok uzun cümleler kullanmasına rağmen hikayede bir akıcılık ve sürükleyicilik vardır

Hikâye iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm üç kişinin suçlarının söylendikten sonra idamla yargılanmaları kararının verilmesiyle başlar, ikinci bölümde ise onlar öldürüldükten sonra yakınlarının, cesetlerin başına gelip olayların iç yüzünü yazara anlatmalarıyla devam eder.

Hikâyede sunuş biçimi olarak diyalog, iç monolog ve tasvirler vardır. Anlatım biçimi birinci bölümde o-anlatı, ikinci bölümde ben-anlatı şeklindedir. Anlatım tutumu olarak da eleştireldir. Bu eleştiriler bilhassa ikinci bölümde yoğunlaşmaktadır.

Yazarın eleştirdiği konulardan biri erkeğin, kadın karşısında farklı konumda değerlendirilmesidir. "Hiç kimsenin bana bir zararı dokunmadı. Çünkü kör yasa ve kokuşmuş gelenekler düşmüş bir kadını cezalandırır. Erkeğe gelince ona hoşgörülü davranır.” (s.104) sözleriyle bunu açık bir dille ifade etmektedir.

Yazar, dini eleştirirken bir taraftan da halkın dini, kendine göre yorumladığını düşünmektedir. O bu fikrini şu sözleriyle ifade eder. "Kanun. Nedir kanun? Kim onu gök yüzünün derinliklerinden güneşin ışığıyla birlikte inerken gördü? Hangi insan Allah'ın kalbini görüp de onun insanlık hakkındaki görüşünü bildi? Hangi nesilde melekler insanlar arasına girip "zayıfları hayatın ışığından mahrum edin değersiz şeyleri kılıcın ucuyla bitirin ve hata yapanları demirden ayaklarla çiğneyin" diyerek yürüdü."(s.102).

Hikâyede kralın adaletsizliğini bağnaz insanların desteklediği, eleştirel bir üslupla anlatılmaktadır. "Bir adam başka bir adama kötülük yaptığında insanlar bu adam için zalim bir katildir derler. Kral ona kötülük yapınca ise bu adaletli bir kraldır derler.

Bir adam manastırı soymak istediğinde, insanlar bu adama kötü bir hırsızdır derler. Kral onun hayatını sona erdirmek istediğinde ise bu erdemli bir kraldır derler.

Eşine ihanet eden bir kadına insanlar bu kötü bir kadındır derler. Ama kral onu çıplak olarak dolaştırıp başta gelen şahitlere taşlattığında ise bu onurlu bir kraldır derler."(s.101).

Hikâyede iç monologlar çok kullanılmıştır. Bilhassa birinci bölümün sonundan ikinci bölümün başlarına kadar yazar sürekli kendi kendine konuşmaktadır. "Düşüncelerim, bulutlarla kapanan şafaktaki çizgilerin birbirine karıştığı zaman bu mekandan kendi kendime şöyle diyerek çıktım: Otlar toprağın elementlerini emer, koyunlar bu otları yer, kurt koyunları parçalar, gergedan kurdu öldürür, aslan gergedanı avlar, sonunda ölüm de aslanı yok eder. Ölümü yenecek ve bu zulümler silsilesini, süregelen bir adalete dönüştürecek bir kuvvet var mıdır? Bütün bu kötü olayları, güzel sonuçlara vardıracak bir güç bulunmakta mıdır? Elleriyle hayatın bütün unsurlarını tutup -tıpkı denizin bütün kanallarının bir ahenkle derinliklerine dönmesi gibi- onları gülümseyerek bağrına basacak bir güç var mıdır? Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?”(s.100).

Hiç kimsenin hayatında hatasız olamayacağı hususu yazar tarafından vurgulanmak istenmiştir. "Kral hayatında hiç çatışmadı mı? Herhangi bir güçsüz insandan mal ya da başka bir şey çalmadı mı? Güzel bir kadını arzu etmedi mi? O bütün bu yasak şeylerden masum muydu da katilin boynunu vurdu, hırsızı idam etti ve zina eden kadını recm etti."(s.101-102).

Yazar, toplumda güçsüz ve zayıf insanların acımasızca itelendiğini ve barınamayacağını “çünkü saraylarda oturanlar ancak gençleri ve güçlü kimseleri çalıştırıyorlar” (s.105) sözleriyle ifade etmektedir.

Kilisenin, insanları sömürdüğünü, karşılığında da hiçbir şey vermediğini ve sömürdüğü kişilere karşı merhametsizce davrandığını belirten yazar, din adamlarının halkı ezdiklerini de şu sözleriyle ifade etmektedir: “Gecenin sessizliğinde, gökyüzünün yıldızları, İsa’nınöğretilerini, boyun vurdukları kılıçlara döndürüp, keskin uçlarıyla fakir ve zayıf kimselerin vücutlarını parçalayan rahiplerin zulmüne şahitlik etsin diye dul karısı, kabrine bir haç koydu.” (s.107).

Hikayede edebî sanatlar fazlaca kullanılmıştır. Retorik soru biçimi de hikâyede kullanılan edebî sanatlardan biridir. Bunu anlatımı kuvvetlendirmek için yapmaktadır. "Kan dökülmesi yasaktır. Ama krala onu yasal hale getiren kim? Malların gasp edilmesi suçtur. Fakat ruhların gasp edilmesini yasal hale getiren kim? Kadınların ihaneti çirkindir. Ancak vücutların taşlanmasını güzel hale getiren kim?”(s.101). Bunlar retorik soru şekliyle ilgili verebileceğimiz örneklerdendir.

Yazar olay yerinin tasvirinde oldukça başarılıdır. Yaptığı tasvirler sonucunda, okuyucunun zihninde olay mekanı kolaylıkla canlanabilmektedir. Bu durumu hikayenin pek çok yerinde gِrmek mümkündür. "Kral, tahtının üzerindeki posta bağdaş kurup oturdu.Şehrin akıllı kimseleri de sağına ve soluna yüzleri buruşmuş bir halde oturdular ve gözleri kitaplara çevrildi. Etrafında askerler kılıçlarını kuşanmış ve mızraklarını kaldırmış bir halde dikildiler. Meraklılar az sonra çıkacak kararı bekler bir halde kralın önünde durdular. Hepsi başlarını öne eğmiş, gözlerini yere dikmiş ve nefeslerini tutmuş bir durumdaydılar."(s.97). "Vadiye ulaştığımda aniden kartal, kuzgun ve akbabalardan oluşan sürünün, yavrularıyla beraber ötüşerek, kanat çırparak uçtuğunu, zaman zaman da yere konduğunu gördüm. Etrafıma bakınarak biraz yürüdüm. Bu esnada önümde yüksek bir ağaca asılmış bir adam cesedini, recm edildiği taşlar arasıda kalan bir kadın ölüsünü ve başı gövdesinden ayrılmış bir gencin cesedini gördüm."(s.100).

Benzetme sanatı da hikayede kullanılan sanatlardan biridir. "Sanki dizkapakları, eski bir elbisenin kenarlarından yırtılmış iki parça gibiydi."(s.99). "Kral ona, aç bir kartalın iki kanadı kırık bir kuşa baktığı gibi bakarak şöyle bağırır."(s.99). "Ceset, ıslak bir elbisenin düşüşü gibi yere düştü."(s.104)“Adeta yırtıcı bir hayvanın azgın bir şekilde ağzını açtığı zaman boğazının görülmesi gibiydi.”(s.97). Burada hapishanenin karanlık duvarları yırtıcı hayvanın açılmış ağzına benzetilmektedir.

“Güneş şafağın arkasına gizlenmişti. Sanki o, insanlığın sorunlarından bıkmış ve nefret etmişti. Akşam, tabiatın üzerini örtmek için, gölge ve sükunetin ipliklerinden ince bir örtü dokudu.”(s.107). Bu ifadelerde yazar güneş ve akşamı insanî özelliklerle donatmakta ve cansız bir şeyi canlıymış gibi göstererek kişileştirme yapmaktadır.

Yazar, kişilerin ruh halini tasvir etmek hususunda da çok başarılıdır. “Büyük hüznü anlatan, ağlamaktan ve uykusuzluktan yaralanmış göz kapaklarıyla ve acıların ona eşlik ettiği boğuk bir sesle, bana doğru bakarak şöyle dedi.”(s.103-104) “Yorgun, üzüntülü, gözyaşlarına boğulmuş sürmeli gözlerle bana baktı.”(s.105)

Olayların kahramanlarının işlemiş olduğu fiillerin –yazara göre- haklı bir sebebi vardır.Bu sebepler araştırılmaksızın kişilerin yargılanması doğru değildir. Aynı zamanda kişiler, içinde bulundukları şartlar nedeniyle adeta suç işlemeye itilmektedir. “Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?” (s.100)sözleriyle bu durumu ifade etmektedir.

Suçluların yargılandığı kanunların, Tanrının kanunları mı yoksa kişilerin koymuş olduğu kanunlar mı olduğu hakkında yazarda bir tereddüt vardır. “Hırsızı idam için ağaca çıkaranlar kim? Gökyüzünden inen melekler mi yoksa ulaştığı her şeyi çalarak gasp eden adamlar mı?

Bu katilin başını kim kesti? Yüksekten inen peygamberler mi, yoksa nerede olursa olsun kan diken ve öldüren askerler mi?

Bu kadını kim taşladı? Mabetlerde bulunan kendilerini ibadete vermiş temiz insanlar mı, yoksa karanlığın örtüsüne gizlenerek rezalet şeyleri yapan insanlar mı?”(s.102) Fakat yazar yargı sistemine karşı olduğu için her iki kanunla yargılanmayı da istememektedir.

Yazar, romantizm akımına8 mensup pek çok yazarda görülmekte olan ütopik bir yaklaşımla, kendine ait bir dünya kurmak istemektedir. “Ölümü yenecek ve bu zulümler silsilesini, süregelen bir adalete dönüştürecek bir kuvvet var mıdır? Bütün bu kötü olayları, güzel sonuçlara vardıracak bir güç bulunmakta mıdır? Elleriyle hayatın bütün unsurlarını tutup -tıpkı denizin bütün kanallarının bir ahenkle derinliklerine dönmesi gibi- onları gülümseyerek bağrına basacak bir güç var mıdır? Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?”(s.100)

Yine romantizm akımının yazarlarında görüldüğü gibi, yazarın tabiata karşı bir hayranlığı vardır. Bu durumu şu sözleriyle ifade etmektedir: “İkinci gün şehirden çıktım. Ruhu dinlendiren tarlalar arasında yürüdüm. Gökyüzündeki berraklık, temiz hava, adeta karanlık evlerin ve dar caddelerin oluşturduğu sıkıntı ve stresi yok etmekteydi.”(s.100)

İnsanlar arasında, kralın hatasız olduğu yada yapmış olduğu fiillerde mutlaka geçerli bir sebebinin olduğu fikri hakimdir. Aynı suçu halktan bir kimse işlediğinde ise bu kişinin kötü bir kişi olduğu ve cezalandırılması gerektiği düşünülmektedir. Yazar ise, toplumda hakim olan bu düşünce tarzının yanlış olduğunu düşünmektedir ve bu düşüncesini şu sözlerle ifade etmektedir: “Bir adam başka bir adama kötülük yaptığında insanlar bu adam için zalim bir katildir derler. Kral ona kötülük yapınca ise bu adaletli bir kraldır derler.

Bir adam manastırı soymak istediğinde, insanlar bu adama kötü bir hırsızdır derler. Kral onun hayatını sona erdirmek istediğinde ise bu erdemli bir kraldır derler.

Eşine ihanet eden bir kadına insanlar bu kötü bir kadındır derler. Ama kral onu çıplak olarak dolaştırıp, başta gelen şahitlere taşlattığında ise bu onurlu bir kraldır derler.”(s.101)

Kralın, suçlular hakkında verdiği hükmün, adaleti sağlayacağı yerde aksine daha büyük sorunlara sebep olacağı fikri yazarda hakimdir. Yazar bu fikrini şu sözleriyle ifade etmektedir: “Kötülüğe daha büyük bir kötülükle mi karşılık verip bu yasadır deriz? Bozgunculuğu daha büyük bir kargaşayla mı yok edip bu kanundur diye bağırırız? Suçu, daha büyük bir suçla mı yenip bu adalettir diye haykırırız?”(s.101)

Sonuç olarak yazar, hikâyesinde toplumdaki değer yargılarını ortaya koymakta ve toplumu sorgulamaktadır. Toplumun yanlış davranışlarının sonucunda meydana gelen haksızlıkları gözler önüne sermektedir.

Toplumun din anlayışı eleştirilmektedir. Onların dini yanlış anladıkları ve kendilerine göre yorumlayıp haksız hükümler verdikleri eleştirel bir dille ifade edilmektedir. Bunun yanında gelenek ve göreneklerin de ağır bastığı ve hatta bazı yerlerde hukuk kurallarından bile üstün geldiği vurgulanmaktadır.

Yazar burada idam hükmüyle yargılanan üç kişinin aslında suçlarının bu kadar ağır olmaması gerektiğine ve işin iç yüzünün de bu şekilde gelişmediğine okuyucuyu inandırmak istemektedir. Yazara göre onların ağır bir suçla yargılanmalarındaki sebep, gelenek ve göreneklerin yanlış algılanmasında yatmaktadır. Aynı zamanda yazar bu üç kişinin işlemiş olduğu fiillerde haklı olduklarını okuyucuya anlatmak istemektedir.

Hikâyede, kralın gerektiğinden fazla yetkisinin olduğu ve onun hükümlerine itirazın söz konusu bile olmadığı hususu eleştirilmektedir.

Diğer taraftan insanların itham edildiği fiillerinden dolayı kendilerine savunma hakkının dahi verilmediği ve Allah'ın indirdiği adalet mekanizmasının bu şekilde olmadığı vurgulanmaktadır.

Olaylara duygusal açıdan yaklaşması, ütopik bir dünya kurması ve tabiatı ele almasıyla Romantizm akımının öncüsü olarak kabul edilen Cubrân, hikayesinde bu özelliğini güzel bir şekilde yansıtmaktadır.
 
#2
HİKÂYENİN ÇEVİRİSİ


KABİRLERİN ÇIĞLIĞI

Kral, tahtının üzerindeki posta bağdaş kurarak oturdu. Şehrin akıllı kimseleri de sağına ve soluna yüzleri buruşmuş bir halde oturdular ve gözleri kitaplara çevrildi. Etrafında askerler kılıçlarını kuşanmış ve mızraklarını kaldırmış bir halde dikildiler. Meraklılar az sonra çıkacak kararı bekler bir halde kralın önünde durdular. Hepsi başlarını öne eğmiş, gözlerini yere dikmiş ve nefeslerini tutmuş bir durumdaydılar. Kralın bakışları onlara korku vermişti. Krala hesap verme vakti geldiğinde herkes oradaydı. Kral elini kaldırarak şöyle haykırdı:

-Suçluları teker teker huzuruma getirin. Suçlarını ve günahlarını bana bildirin!

Hapishanenin kapısı açıldığında karanlık duvarlar göründü. Adeta yırtıcı bir hayvanın azgın bir şekilde ağzını açtığı zaman boğazının görülmesi gibiydi. Hapsedilenlerin ağlama ve inlemesine karışan demir halka ve kelepçelerin sesleri yükseliyordu. Orada bulunanlar gözlerini o tarafa çevirip başlarını uzattılar. Sanki onlar bu kabrin derinliklerinden çıkan ölümün avını görmek için kanunların hükmünün tecelli etmesini ister gibiydiler.

Kısa bir süre sonra iki asker, elleri kelepçeli bir gençle hapishaneden çıktılar. Adeta gencin gergin yüz hatları kalbindeki gücü ve taşımış olduğu onuru anlatmaktaydı. Onu mahkemenin önünde durdurup kendileri biraz geriye çekildiler. Kral bu gence bir süre bakarak şöyle dedi:

-Önümüzde gururla dikilen bu adamın suçu nedir? Sanki o, sanık sandalyesinde değil de, adeta şeref kürsüsünde gibi durmaktadır.

Yardımcılarından biri cevap verdi.

-Bu kötü bir katildir. Dün köyler arasında görevi gereği dolaşan bir askerle karşılaştığında onu öldürmüştür. Öldürdüğü kişinin kanı üzerinde ve hâlâ elinde tuttuğu kılıçta bulunduğu bir halde yakalanmıştır.

Kral, tahtında öfkeyle hareketlendi. Gözlerinde kin okları uçuştu ve yüksek bir sesle şöyle haykırdı:

-Onu zindana götürün ve zincirlerle bağlayın. Yarın fecir vakti gelince boynunu kendi kılıcıyla vurun, yırtıcı hayvanlar ve kartalların yemesi için, cesedini atın. Rüzgâr, onun pis kokusunu ailesinin ve sevgilisinin burnuna kadar götürür.

İnsanların üzüntülü ve acıklı bakışları arasında, genci hapishaneye götürdüler. Çünkü o daha ömrünün baharında, yakışıklı bir gençtir.

İki asker bu defa hapishaneden güzel yüzlü, cılız, küçük bir kız çocuğu getirdiler. Ümitsizlikten dolayı yüzü sararmış, gözleri yaşla dolmuştu. Pişmanlık ve üzüntüyle boynunu eğdi. Kral ona bakarak:

-Önümüzde gölge gibi duran bu zayıf kadının suçu ne? dedi. Askerlerden biri şöyle cevap verdi:

-Bu zina etmiş bir kadındır. Bir gece eşi ansızın gelmiş ve onu dostunun kolları arasında bulmuştur. Dostu kaçtıktan sonra da onu polise teslim etmiştir. Kral gözlerini açarak ona baktığında, kadın utancından başını öne eğmişti. Sonra kızarak ve sert bir şekilde şöyle dedi:

-Onu zindana götürün ve dikenli bir yatağa yatırın. Belki zina yaparak kirlettiği yatağını hatırlar. Ona Ebû Cehil karpuzunun9 sütüyle sirke karışımı su verin. Umulur ki haram öpücüklerin tadını hatırlar. Tan vaktinde şehrin dışına çıplak bir halde çıkarın ve taşlayın. Kurtların etlerinden tatması, böceklerin de kemiklerini kemirmesi için orada bırakın.

Küçük kız çocuğu zindanın karanlığında adeta yok oldu. Orada bulunanlar kralın adaletine ve kızın mahzun yüzüne, bakışlarının hüznüne ve güzelliğine hayretle baktılar.

Daha sonra iki asker, dizkapakları titreyerek gelen zayıf, orta yaşlarda olan birini getirdiler. Sanki dizkapakları, eski bir elbisenin kenarlarından yırtılmış iki parça gibiydi. Gözlerini kaçırarak etrafına bakınıyor, bakışlarında, acıdan fakirlik, umutsuzluk ve üzüntü seziliyordu.

Kral ona iğrenircesine bakarak şöyle dedi:

-Diriler arasında ölü gibi duran bu pisliğin günahı ne! Askerlerden biri şöyle cevap verdi:

-O bir hırsızdır. Bir gece manastıra girdiğinde, rahipler onu yakalarlar ve elbisesinin altında gizlediği kilisenin altın kaplarını bulurlar.

Kral ona, aç bir kartalın iki kanadı kırık bir kuşa baktığı gibi bakarak şöyle bağırır:

-Onu zindanın derinliklerine indirin ve demirlerle bağlayın. Tan vakti geldiği zaman yüksek bir ağaca çıkartın. Keten bir iple asın. Cesedini yerle gök arasında asılı bir şekilde orada bırakın. Suç işlediği parmaklarını hayvanlar parçalar ve kopmuş azalarını da rüzgar uçurur.

Hırsızı hapishaneye götürdüklerinde oradakiler birbirlerinin kulaklarına “bu zayıf kafir, kilise kaplarını çalmaya nasıl cüret eder?” diye fısıldadılar.

Kral mahkeme kürsüsünden indi. Bilginler ve hukukçular onu takip etti. Asker arkasından ve önünden yürüdü. Orada duvardaki hayaller gibi hapsedilenlerin ve üzülenlerin bağrışmalarının yankılarından başka bir şey kalmamıştı.

Bütün bunlar olurken ben orada geçip giden hayallerin ِnünde, adeta bir ayna gibi durmaktaydım. İnsanların, insanlık için, adalet zannederek koyduğu kanunları düşünüyordum. Varlığın anlamını araştırarak yaşamın derinliklerine dalmıştım. Düşüncelerim, bulutlarla kapanan şafaktaki çizgilerin birbirine karıştığı zaman buradan kendi kendime şöyle diyerek çıktım: Otlar toprağın elementlerini emer, koyunlar bu otları yer, kurt koyunları parçalar, gergedan kurdu öldürür, aslan gergedanı avlar, sonunda ölüm de aslanı yok eder. Ölümü yenecek ve bu zulümler silsilesini, süregelen bir adalete dönüştürecek bir kuvvet var mıdır? Bütün bu kötü olayları, güzel sonuçlara vardıracak bir güç bulunmakta mıdır? Elleriyle hayatın bütün unsurlarını tutup -tıpkı denizin bütün kanallarının bir ahenkle derinliklerine dönmesi gibi- onları gülümseyerek bağrına basacak bir güç var mıdır? Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?

II

İkinci gün şehirden çıktım. Ruhu dinlendiren tarlalar arasında yürüdüm. Gökyüzündeki berraklık, temiz hava, adeta karanlık evlerin ve dar caddelerin oluşturduğu sıkıntı ve stresi yok etmekteydi. Vadiye ulaştığımda, aniden kartal, kuzgun ve akbabalardan oluşan sürünün, yavrularıyla beraber ötüşerek, kanat çırparak uçtuğunu, zaman zaman da yere konduğunu gördüm. Etrafıma bakınarak biraz yürüdüm. Bu esnada önümde yüksek bir ağaca asılmış bir adamın cesedini, recm edildiği taşlar arasında kalan bir kadın ölüsünü ve başı gövdesinden ayrılmış bir gencin cesedini gördüm. Bu korkunç görüntünün karşısında dura kaldım Baktığımda, kanlı cesetler arasında dikilmiş olarak duran bu ölülerin hayalleri dışında hiçbir şey görmüyordum. Kulak verip dinlediğimde ise, tek duyduğum şey, insanlık kanunlarının avı etrafında, susuz karga yavrularının sesleriyle karışık yokluğun çığlığıydı.

Adem oğullarından üç kimse, dün hayatın kucağında iken, bugün ölümün pençesindedirler.

Üç kimse, toplumun törelerine aykırılık göstererek kötülük yaptılar. Olayların iç yüzünü bilemeyen kanunların elleri, onlara uzanarak tüm acımasızlığıyla mahvetti.

Bu üç kişiyi cehalet suça itti. Çünkü onlar, güçlü kanunlar karşısında zayıftırlar.

Bir adam başka bir adama kötülük yaptığında insanlar bu adam için zalim bir katildir derler. Kral ona kötülük yapınca ise bu adaletli bir kraldır derler.

Bir adam manastırı soymak istediğinde, insanlar bu adama kötü bir hırsızdır derler. Kral onun hayatını sona erdirmek istediğinde ise bu erdemli bir kraldır derler.

Eşine ihanet eden bir kadına insanlar bu kötü bir kadındır derler. Ama kral onu çıplak olarak dolaştırıp, başta gelen şahitlere taşlattığında ise bu onurlu bir kraldır derler.

Kan dökülmesi yasaktır. Ama krala onu yasal hale getiren kim?

Malların gasp edilmesi suçtur. Fakat ruhların gasp edilmesini yasal hale getiren kim?

Kadınların ihaneti çirkindir. Ancak vücutların taşlanmasını güzel hale getiren kim?

Kötülüğe daha büyük bir kötülükle mi karşılık verip bu yasadır deriz? Bozgunculuğu daha büyük bir kargaşayla mı yok edip bu kanundur diye bağırırız? Suçu, daha büyük bir suçla mı yenip bu adalettir diye haykırırız?

Kral hayatında hiç çatışmadı mı? Herhangi bir güçsüz insandan mal ya da başka bir şey çalmadı mı? Güzel bir kadını arzu etmedi mi? O bütün bu yasak şeylerden masum muydu da katilin boynunu vurdu, hırsızı idam etti ve zina eden kadını recm etti.

Hırsızı idam için ağaca çıkaranlar kim? Gökyüzünden inen melekler mi yoksa ulaştığı her şeyi çalarak gasp eden adamlar mı?

Bu katilin başını kim kesti? Yüksekten inen peygamberler mi, yoksa nerede olursa olsun kan döken ve öldüren askerler mi?

Bu kadını kim taşladı? Mabetlerde bulunan kendilerini ibadete vermiş temiz insanlar mı, yoksa karanlığın örtüsüne gizlenerek rezalet şeyleri yapan insanlar mı?

Kanun-Nedir kanun? Kim onu gökyüzünün derinliklerinden güneşin ışığıyla birlikte inerken gördü? Hangi insan Allah’ın kalbini görüp de onun insanlık hakkındaki görüşünü bildi? Hangi nesilde melekler, insanlar arasına girip “zayıfları hayatın ışığından mahrum edin, değersiz şeyleri kılıcın ucuyla bitirin ve hata yapanları demirden ayaklarla çiğneyin” diyerek yürüdü?

Bütün düşüncelerim bu noktalar üzerinde yoğunlaştı ve duygularım karıştı. Bu esnada bana doğru yavaş yavaş yaklaşan ayak sesleri duydum. Baktım bir de ne göreyim! Küçük bir kız ağaçlar arasından çıkıp, korku ve endişeyle etrafına bakınarak üç cesede doğru yaklaştı. Başı kesilmiş olan genci görünce, korkuyla bağırdı, yanına eğildi ve titrek kollarıyla onu kucakladı. Göz yaşları akmaya başladı. Parmak uçlarıyla gencin kıvırcık saçlarına dokundu, içli bir halde derinden gelen bir sesle ağlamaya başladı. Ağlamak onu perişan etti. Aniden ağlaması kesildi ve elleriyle hızla toprağı kazmaya başladı. Geniş bir kabir kazıp yerde yatan genci oraya çekti, yavaşça uzattı ve kana bulanmış kesik başını, cesedin omuzları arasına koydu. Onu toprakla örttükten sonra, boynunu koparan kılıcı kabrin üzerine dikti. Oradan ayrılmak istediğinde, küçük kızın yanına yaklaştım, kaçmak istedi ve korkudan titreyerek, başınıöne eğip sustu, sıcak göz yaşları yağmur gibi aktı ve iç çekerek şöyle dedi:

-İstersen beni krala şikayet et. Ölmek ve beni şerefsizin elinden kurtaran kişiyle mezarda beraber olmak, onun cesedini kuşlara, vahşi hayvanlara ve kurtçuklara yiyecek olarak bırakmamdan çok daha hayırlıdır.

Ona şöyle cevap verdim:

-Zavallım! Korkma benden. Senden önce ben gencinin kötü şansına ağladım. Söyler misin bana, bu kişi seni nasıl namussuzun elinden kurtardı?

Boğazı tıkanarak ve yutkunarak şöyle dedi: “Kralın komutanı, cizye ve vergileri toplamak için tarlamıza geldi. Beni görünce sert ve korkutucu bir bakışla bana doğru baktı, sonra babamın ödeyemeyeceği ağır bir vergiyi vermesini şart koştu. Babamın ödemesi gereken miktara bedel olarak da zorla kralın sarayına götürmek üzere beni tuttu. Ağlayarak merhamet istedim, aldırmadı; babamın yaşlılığı sebebiyle onunla anlaşmak istedim, merhamet etmedi. Köyün adamlarından yardım istedim. Nişanlım olan bu genç geldi ve beni onun acımasız ellerinden kurtardı. Komutan öfkelendi ve nişanlımı öldürmek istedi. O, komutandan önce davrandı ve duvarda asılı olan kılıcı indirdi, hayatını ve benim namusumu müdafaa için onu yere serdi. Gururu sebebiyle suçlu bir katil gibi kaçmadı. Bilakis askerlerin gelip kelepçelerle onu bağlayarak hapse atmasına kadar zalim komutanın cesedinin yanında dikildi.”

Genç kız bu sözleri söyledi. Bakışlarıyla kalbi eritiyor ve insanı hüzünlendiriyordu. Hızla geri döndü. Acı veren sesinin yankıları, adeta insanı sarsmaktaydı.

Daha sonra baktığımda, elbiseleriyle yüzünü örterek yaklaşan, ömrünün baharında bir genci gördüm. Zina eden kadının cesedine varınca yanında durdu, abasını çıkarttı ve genç kadının çıplak vücudunu örttü. Yanındaki hançerle yeri kazmaya başladı, sonra cesedi yavaşça taşıdı ve göz kapaklarından dökülen yaşlarla onu toprağa gizledi. İşini bitirince orada biten çiçeklerden bazılarını topladı ve başını eğip omzunu bükerek çiçekleri kabrin başına koydu. Gitmeye yöneldiğinde onu durdurdum ve şöyle dedim: Bu düşmüş kadının sana olan akrabalığı nedir? Sen kralın isteğine muhalefet ederek ve hayatını tehlikeye atarak onun ufalanmış cesedini gökyüzünün avcı kuşlarından korumak için buraya koştun?

Büyük hüznü anlatan, ağlamaktan ve uykusuzluktan yaralanmış göz kapaklarıyla ve acıların ona eşlik ettiği boğuk bir sesle, bana doğru bakarak şöyle dedi: "O, benim yüzümden recm edildi. Onun öldürülmesinin sebebi olan kişi, işte o benim! Ben onu sevdim o da beni sevdi. Küçüklüğümüzden beri evler arasında oynuyorduk. Biz büyüdük, sevgimiz de bizimle beraber büyüdü. Ta ki kalbimizin en derin duygularıyla ona hizmet ettiğimiz bir efendi oldu. Bizim kendine yönelmemizi istiyor, lakin biz ruhumuzun derinliklerinde ondan korkuyorduk. Buna rağmen o sevgi bizi göğsüne bastırıyordu.

Bir gün şehirde yoktum. Babası, onu istemediği, nefret ettiği bir adamla evlendirmiş. Dönüp de haberi işittiğim zaman günlerim karanlık bir geceye döndü. Hayatım birbirini takip eden acı bir çatışmaya dönüştü. Duygularımla tezatlar içinde kaldım. Arzularımı yenmeye çalıştım. Ta ki duygular bana galip gelerek, -gören bir kimsenin âmâyı tehlikeye itmesi gibi- beni sevgilime itti ve gizlice yanına gittim. En büyük isteğim; onu görmek ve sesinin nağmesini duymaktı. Sevgilimi şansına ağlar ve günlerine ağıt yakar bir halde tek başına buldum. Oturdum, sessizlik konuşmamız, temiz aşkımız ise üçüncü bir kişiydi. Bir saat geçmeden eşi aniden içeriye girdi. Beni gördüğünde onun kötü niyetini anlayarak durdurmaya çalıştım. Fakat o sert elleriyle sevgilimin yumuşak boynundan tuttu. Yüksek sesle şöyle bağırdı: "Geliniz! Zina eden kadınla aşığına bakınız!." Komşular koşuştular, sonra olayı araştırmak üzere askerler geldi ve sevgilimi askerlerin acımasız ellerine teslim etti. Çözülmüş saçları ve parçalanmış elbisesiyle onu gِtürdüler. Hiç kimsenin bana bir zararı dokunmadı. Çünkü kör yasa ve kokuşmuş gelenekler düşmüş bir kadını cezalandırır. Erkeğe gelince ise ona hoşgörülü davranır.

Genç, yüzünü elbisesiyle örterek şehre doğru yöneldi. Ben üzüntü ve derin düşünceler içinde bakakaldım. Ne zaman rüzgar, ağacın dallarını sallasa idam edilmiş hırsızın cesedi biraz daha titriyor, sanki o hareketiyle sevgi şehidi ve onuru için katil olan kişinin yanına düşüp, yerin göğsüne uzanmak için gökyüzündeki ruhlarından merhamet diliyordu.

Bir saat sonra eski elbisesiyle zayıf vücutlu bir kadın göründü. İdam edilen adamın yanında ellerini göğsüne vurup ağlayarak durdu. Sonra ağaca tırmandı, idam ipini, dişleriyle kopardı ve ceset, ıslak bir elbisenin düşüşü gibi yere düştü. Kadın da, iki kabrin yanına bir kabir kazdı ve cesedi oraya koydu. Toprakla örttükten sonra iki tahta parçası aldı, onlardan haç yaptı ve kabrin başına dikti.

Gitmek üzereyken, onu durdurarak şöyle dedim:"Seni ne yanılttı da, bu hırsızı gömmek için buraya geldin?"

Yorgun, üzüntülü, gözyaşlarına boğulmuş sürmeli gözlerle bana baktı ve dedi ki: "Bu benim namuslu eşim, şefkatli arkadaşım ve çocuklarımın babasıdır. Beş çocuğum açlıktan dönüp duruyorlardı. En büyüğü sekiz yaşında, en küçüğü ise henüz sütten kesilmemişti. Kocam hırsız değildir. Bilakis manastırın toprağıyla uğraşan bir çiftçi idi. Rahiplerden hiç kimse hasatla uğraşmaz buna rağmen kazancımıza ortak olurlardı. Akşam paylaştığımız ekmeklerden sabaha bir lokma dahi kalmazdı.

Gençliğinden beri manastırın tarlalarını alnının teriyle suluyor, bütün azmiyle bahçelerini ekip dikiyordu. Zayıfladığında yıllardır çalışması kuvvetini bitirdi ve hastalıklar da vücudunu kapladı.. Rahipler kocamı “manastırın sana ihtiyacı kalmadı. Şimdi git, çocukların delikanlı olduğunda tarlalarda senin yerini almaları için onları bize gönder” diyerek uzaklaştırdılar. Ağladı beni de ağlattı. Onlardan İsa, melekler ve kutsal şeyler adına merhamet istedi, kabul etmediler şefkatgöstermediler, ne ona, ne bana, ne de aç çıplak olan yavrularımıza! Şehre iş istemek için gitti, kovularak döndü. Çünkü şu saraylarda oturanlar ancak gençleri ve güçlü kimseleri çalıştırıyorlar. Sonra dilenmek için yolun ortasına oturdu, insanlar ona iyi gözle bakmadılar, bilakis “sadaka, tembellere caiz değildir” diyerek gelip geçtiler.

Bir gece çok dara düştük. Öyle ki çocuklarımız açlıktan toprak üzerinde kıvranmaya başladılar. Aralarında sütten kesilmemiş olanı göğüslerimi emiyor, bir damla dahi süt bulamıyordu. Kocamın yüz hatları birdenbire değişti, karanlığa gizlenerek gitti ve rahiplerin, tarlaların gelirlerini , üzümlerin içkisini depo ettikleri manastırın depolarından birine girdi. Sırtına bir çuval un alarak taşımaya başlamıştı. Birkaç adım dahi atmadan bir işgüzar uyandı. Onu yakaladılar ve dövüp küfrettiler. Sabah olunca askerlere şöyle diyerek teslim ettiler: Bu kilisenin antikalarını çalmak için gelmiş kötü bir hırsızdır. Askerler onu önce hapishaneye, sonra da aç kargaları doyurmak için boynunun vurulacağı yere sürüklediler. Çünkü o manastırın hizmetçisi iken bütün yorgunluğuyla toplamış olduğu arazinin gelirlerinden aç yavrularını doyurmaya çalışmıştı."

Fakir kadın gitti. Onun kısa sözlerinde her bir tarafa koşan ve uçuşan hüzünlü hayaletler vardı. Sanki o adeta havanın kendisiyle oynaştığı dumandan bir sütundu.

Üzüntüden dili dolaşan ve ağıt yakan birisi gibi üç kabrin arasında durdum. Gözyaşları, duygularımı anlatarak döküldü. Düşünmeye çalıştım, düşüncelerimle ruhum bana isyan etti. Çünkü ruh, karanlığın karşısında yapraklarını kapatan bir çiçek gibidir. Gecenin hayalleri için, nefes alıp vermez.

Durdum, bu kabirlerin her bir zerresinden, vadinin boşluklarından, öfkenin patlaması gibi karanlığın çığlığı adeta patlamak ve bana sözlerini duyurmak için kulaklarımın etrafında dalgalandı.

Sustum. Eğer insanlar suskunluğun ne demek istediğini anlasalardı; ormanın yırtıcılarıyla olan yakınlıklarından, ilahlara daha yakın olurlardı!

Nefes aldım. Nefeslerimden çıkan ateşler şu tarlaların ağaçlarına değseydi onları hareket ettirir, bölük bölük sürünerek dallarıyla kral ve askerleriyle savaşırlar, kökleriyle de manastırı, rahiplerin başlarına yıkarlardı.

Uzun uzun baktım. Bakışlarımla beraber bu yeni kabirlerin yanında benden hüznün acısı ve şefkatin tadı döküldü. Hayatıyla zayıf bir bakirenin şerefini müdafaa eden ve onu yırtıcı kurdun tırnakları arasından kurtaran gencin kabri... Cesaretine karşılık boynunu kestiler. Bu çocuk orada güneşin ِnünde cehalet ve zulüm devletinde, cesaretini anlatan bir işaret olarak kalması için gencin kılıcını kabrine dikti.

İşte kız çocuğunun kabri. Tensel olarak sevgiyi bilmeden önce, temiz duygularla birini sevmişti ve gönlü başka birini ruhsal yönden sevemediği için recm edildi. Sevgilisi çiçeklerden bir buketi onun mezarı üzerine koydu. Çiçeklerin yavaş yavaş solupyok olması ise, cehaletin insanları susturduğu ve maddenin kuşattığı bir toplumun arasında, sevginin kutsadığı kimselerin sonunu anlatmaktadır.

Zavallı fakirin kabri... Manastırın tarlaları onun kollarını zayıflattı. Rahipler o kolların yerine başka kolları bedel olarak almak istediği için, zavallıyı oradan kovdular. İş karşılığı çocukları için ekmek istedi ama iş bulamadı, sonra dilenmeye çalıştı, başaramadı. Bu durum karşısında yaşadığı ümitsizlik, yaşlı adamı alın teriyle ve yorgunluğuyla topladığı gelirlerden az bir miktar almaya itti, fakatonu yakaladılar ve bağladılar. Gecenin sessizliğinde, gökyüzünün yıldızları, İsa’nın öğretilerini, boyun vurdukları kılıçlara döndürüp, keskin uçlarıyla fakir ve zayıf kimselerin vücutlarını parçalayan rahiplerin zulmüne şahitlik etsin diye dul karısı, kabrine bir haç koydu.

Güneş şafağın arkasına gizlenmişti. Sanki o, insanlığın sorunlarından bıkmış ve nefret etmişti. Akşam, tabiatın üzerini örtmek için, gölge ve sükunetin ipliklerinden ince bir örtü dokudu. Gözlerimi yukarılara diktim, ellerimi kabirlere ve onların üzerindeki işaretlere doğru uzatarak yüksek sesle şöyle haykırdım: İşte bu senin kını toprak olan kılıcındır, ey cesaret! İşte bu senin ateşlerin yaktığı çiçeklerindir, ey aşk! İşte bu senin gecenin karanlığının örttüğü haçındır, ey İsa!
 
Üst