Sevim Özdemir
Cubrân Halîl Cubrân (1301-1349/1883-1931), dindar bir anne ve din adamlarını fazla önemsemeyen aynı zamanda da içkiye düşkün olan bir babanın çocuğu olarak Kuzey Lübnan’da bir köy olan Bechari’de doğdu. On iki yaşındayken annesi ve kardeşleriyle beraber Amerika Birleşik Devletleri eyaletlerinden Boston’a gitti. Orada resim dersleri aldı. Daha sonra Beyrut’a dönerek Hikmet Medresesine girdi ve dört yıl kaldı. 1908 senesinde Paris’e giderek resim ve heykel enstitülerinde çalıştı ve orada yaklaşık üç sene kaldı. Bu esnada Roma, Brüksel ve Londra gibi sanat ve medeniyet açısından gelişmiş olan başkentleri de ziyaret etti. Paris’te Augoste Rodin’den ders aldı ve onun sayesinde İngiliz şair ve sanatçı William Blake (1757-1847)’in eserlerini tanıdı ve etkisinde kaldı. Daha sonra New York’a döndü ve Alman filozof Nietzsche (1844-1900)’nin eserlerini okuyarak görüşlerini ve felsefesini beğendi. Hayatının bu döneminde iki karakter arasında kaldı. Biri din ve kurallara karşı çıkan karakteri, diğeri ise kendi istek ve heveslerine göre hareket eden ve hayattan zevk almayı seven karakteridir. Hayattan zevk almayı seven karakteri el-Ecnihatu’l-Mutekessira (“Kırık Kanatlar”, 1918) ve Dem‘a ve İbtisâme (“Gözyaşı ve Tebessüm”, 1913) adlı eserlerinde, isyankar karakteri ise el-Ervâhu’l-Mutemerride (“Asi Ruhlar”, 1908) 1, adlı eserinde ortaya çıkmıştır.
Mehcer (“Göç”) Edebiyatının2 önde gelen yazarlarından olan Cubrân, 1920 senesinde de arkadaşları Mihâ’il Nu‘ayme (1889-1988), Nesîb Arîda (1887-1946), ‘Abdu’l-Mesîh Haddâd (1890-1963), Reşîd Eyyûb (1871-1941) ve Nedre Haddâd (1881-1950) ile beraber er-Râbitatu’l-Kalemiyye (“Kalem Birliği”) adlı edebiyat derneğini kurdu ve derneğin başına getirildi. Daha sonra bu birliğe Îliyyâ Ebû Mâdî (1889-1957)3 de katıldı.
Din, dünya işlerinde ve aile ilişkilerinde kurallara ve otoriteye daima karşı çıkan Cubrân bütün dinleri de inkar etmiştir. Her ne kadar Mesih hakkında yazılar yazsa da onun İsa’sı İncil’in İsa’sından tamamen farklıdır. Onun Mesih’i sıradan bir insandır ve o Mesih’in yanında hayır ve şer, iman ile küfür arasında bir fark yoktur. Din kurullarıyla alay eden Cubrân küfür ve imanı aynı seviyede kabul etmiştir. Onun pek çok ilahları vardır, ancak gerçek Allah’ı bu tanrılar arasına koyamamıştır. O kendini, nefsinin rabbi olarak görmüştür. Diğer taraftan öldükten sonra ruhunun, başka bir bedende tekrar dirileceği (reenkarnasyon) fikrine de inanmıştır.
O, vatanını çok sevmesini rağmen milliyetçilik fikrine karşı çıkmıştır. Bunun yanı sıra sosyalizmi de benimsemiştir.
Cubrân eserlerini doğulu bir sûfi ruhuyla yazmıştır. Yazılarında bir yazardan daha çok sanki bir ressam gibidir. Aynı zamanda bir düşünür de olan Cubrân bu özelliğini en-Nebî (“Ermiş”, 1923) 4 adlı eserinde göstermiştir. Feodalite rejimine, gelenek-göreneklere ve mutlak otoriteye karşı olan fikirlerini, eserlerinde sıkça dile getirmiştir.
Cubrân’ın Arapça ve İngilizce olarak yazmış olduğu eserlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Arapça yazdığı eserler: el-Mûsîkâ (“Müzik”), ‘Arâ'isu’l-Murûc (“Vadinin Gelinleri”, 1905), el-Ervâhu’l-Mutemerride (“Asi Ruhlar”), el-Ecnihatu’l-Mutekessira (“Kırık Kanatlar”, 1908) Dem‘a İbtisâme (“Gözyaşı ve Tebessüm”), el-Mevâkib (“Kafileler”), el-‘Avâsıf (“Fırtınalar”)5, el-Bedâ‘i ve’t-Tarâif (“Eşsizler ve Nükteler)”. Bu eserleri , el-Mecmû‘atu’l-Kâmile li Mu’ellefât Cubrân Halîl Cubrân el-‘Arabiyye adı altında bir kitapta basılmıştır
İngilizce yazdığı eserleri ise şunlardır: el-Mecnûn (“Deli”, 1917), es-Sâbik (“Önceki”, 1920), en-Nebî (“Ermiş”, 1923), Raml ve Zebed (“Kum ve Köpük”, 1926)6, Yesû‘ İbnu’l-İnsan (“İnsan Oğlu Yesû”, 1928), Âlihetu’l-Arz (“Yeryüzünün Tanrıları”, 1931), et-Tâ’ih (“Şaşkın”, 1932), Hadîkatu’n-Nebî (“Ermişin Bahçesi”, 1933). Daha sonra bu eserler Arapçaya çevrilerek el-Mecmû‘atu’l-Kâmile li Mu’ellefât Cubrân Halîl Cubrân el-Mu‘arraba adlı eserde basılmıştır.7
Tahlilini ve çevirisini yaptığımız Surâhu’l-Kubûr (“Kabirlerin Çığlığı”, 1949)8 adlı hikâye, Cubrân’ın el-Ervâhu’l-Mutemerride adlı eserinden alınmıştır. Yazar, mutlak otoriteye, gelenek-göreneklere ve kilise rejimine karşı olan görüşlerini bu hikayede işlemiştir.
Bu hikayede hiç bir soru sormaksızın yargılanan ve hiç bir şahide başvurmaksızın haklarında ölüm kararı verilen üç kişi anlatılır. Bunlardan birinci şahıs, bir askeri öldürmekle itham edilen genç bir delikanlıdır. Aslında bu delikanlı askeri, hiç bir kasıt olmaksızın değil, bilakis nişanlısının namusunu ve şerefini korumak için öldürmüştür. Çünkü asker, gencin nişanlısını, komutanla beraber olması için zorla saraya götürmek istemiştir.
İkincisi ise zina etmekle itham edilen genç bir kadındır. Aslında bu kadın zina etmemiştir. Babasının zorlamasıyla istemediği birisiyle evlendirilmiştir. Çünkü onun hayatında birbirlerini çok sevdiği genç bir delikanlı vardır. Başka biriyle evlendirildikten sonra bir gün sevdiği genç yanına gitmiş, onlar baş başa otururlarken kocası gelmiş ve kadını, zina etmekle suçlamıştır. Bunun sonucunda da genç kadının taşlanarak öldürülmesine karar verilmiştir.
Üçüncü kişiye gelince, bu kişi kilisenin altın kaplarını çalmakla suçlanmaktadır. Oysaki onun çaldığı bir miktar undur. Çünkü kiliseden kovulduktan sonra fakirlikten ve yoksulluktan çocuklarına yiyecek bir şey bulamamıştır. Onların açlıktan kıvranmalarına dayanamayarak kiliseye gitmiş ve un alırken yakalanmıştır.
Hikayede üç ana kahraman bulunmaktadır. Bunlardan ilki cesaret ve gururun temsil edildiği genç, ikincisi masumluk ve talihsizlik temalarının işlendiği genç bir kadın, üçüncüsü ise fakirlik, yoksulluk ve acizlik konularının işlendiği zavallı bir adamdır. Hikayenin bir diğer kahramanı ise olayları bize anlatan yazardır.
Yine hikayede geçen olayların bize aktarılmasında yardımcı olan ve ikinci derecede rol oynayan kahramanlar da vardır. Bunlar delikanlının nişanlısı konumundaki genç kız, recmedilen kadının sevdiği genç ve fakir adamın karısıdır.
Yazar, hikayesinde adil olmayan bir mahkeme kurarak, bu mahkemeye yönelttiği eleştiriler çerçevesinde topluma mesajlar vermeye çalışır. Çünkü mahkeme kararları bir soruşturma ve araştırma yapılmaksızın verilmektedir. Mahkemenin hukuksal bir dayanağı olmadığı gibi kararlarına itiraz da söz konusu değildir. Yazara göre kralın bu kadar geniş bir yetkisi de yoktur. Kralın sanıklar hakkında vermiş olduğu karar da adaletli görülmemektedir.
Bir yönetim biçimi olan feodaliteye karşı olumsuz tavrını da ortaya koyan yazar, kilisenin haksız davranışlarından örnekler vererek onların bu davranışlarının altında yatan sebebin, dini istismar edip kendi çıkarlarına göre yorumlamak olduğunu ima etmektedir.
Yazar, olayları determinik7 bir yaklaşımla okuyucuya sunmaktadır. Yani işlenen her suçun bir sebebi vardır. Örneğin, gencin komutanı öldürmesinin sebebi, nişanlısının namusunu ve şerefini kurtarmak, yaşlı adamın un çalmasının sebebi ise aç çocuklarını doyurmak istemesidir.
Hikayede vurgulanmak istenen bir diğer konu ise, yasaklara karşı bir başkaldırıdır. Çünkü hikayenin her üç kahramanı da kralın koymuş olduğu kanunlara karşı gelmişlerdir.
Diğer taraftan bu öyküde yazar felsefî bir yaklaşım içersinde insanla insan, Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri sorgulamaktadır. Toplumdaki haksızlıklar karşısında adeta Tanrıyla hesaplaşmaktadır. Gerek Tanrının emrettiği gerekse insanların koyduğu kanunlara karşı olumsuz bir tavır içersine girmektedir.
Yazarın hikâyede kullandığı dil sade değildir. Bir kelimeye birden fazla anlam yükleyerek ifadeleri beliğ bir şekilde sunmuştur. Ama buna rağmen okuyucuya düşünecek fazla bir şey bırakmadan her şeyi detayıyla anlatmıştır. Üslup olarak çok uzun cümleler kullanmasına rağmen hikayede bir akıcılık ve sürükleyicilik vardır
Hikâye iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm üç kişinin suçlarının söylendikten sonra idamla yargılanmaları kararının verilmesiyle başlar, ikinci bölümde ise onlar öldürüldükten sonra yakınlarının, cesetlerin başına gelip olayların iç yüzünü yazara anlatmalarıyla devam eder.
Hikâyede sunuş biçimi olarak diyalog, iç monolog ve tasvirler vardır. Anlatım biçimi birinci bölümde o-anlatı, ikinci bölümde ben-anlatı şeklindedir. Anlatım tutumu olarak da eleştireldir. Bu eleştiriler bilhassa ikinci bölümde yoğunlaşmaktadır.
Yazarın eleştirdiği konulardan biri erkeğin, kadın karşısında farklı konumda değerlendirilmesidir. "Hiç kimsenin bana bir zararı dokunmadı. Çünkü kör yasa ve kokuşmuş gelenekler düşmüş bir kadını cezalandırır. Erkeğe gelince ona hoşgörülü davranır.” (s.104) sözleriyle bunu açık bir dille ifade etmektedir.
Yazar, dini eleştirirken bir taraftan da halkın dini, kendine göre yorumladığını düşünmektedir. O bu fikrini şu sözleriyle ifade eder. "Kanun. Nedir kanun? Kim onu gök yüzünün derinliklerinden güneşin ışığıyla birlikte inerken gördü? Hangi insan Allah'ın kalbini görüp de onun insanlık hakkındaki görüşünü bildi? Hangi nesilde melekler insanlar arasına girip "zayıfları hayatın ışığından mahrum edin değersiz şeyleri kılıcın ucuyla bitirin ve hata yapanları demirden ayaklarla çiğneyin" diyerek yürüdü."(s.102).
Hikâyede kralın adaletsizliğini bağnaz insanların desteklediği, eleştirel bir üslupla anlatılmaktadır. "Bir adam başka bir adama kötülük yaptığında insanlar bu adam için zalim bir katildir derler. Kral ona kötülük yapınca ise bu adaletli bir kraldır derler.
Bir adam manastırı soymak istediğinde, insanlar bu adama kötü bir hırsızdır derler. Kral onun hayatını sona erdirmek istediğinde ise bu erdemli bir kraldır derler.
Eşine ihanet eden bir kadına insanlar bu kötü bir kadındır derler. Ama kral onu çıplak olarak dolaştırıp başta gelen şahitlere taşlattığında ise bu onurlu bir kraldır derler."(s.101).
Hikâyede iç monologlar çok kullanılmıştır. Bilhassa birinci bölümün sonundan ikinci bölümün başlarına kadar yazar sürekli kendi kendine konuşmaktadır. "Düşüncelerim, bulutlarla kapanan şafaktaki çizgilerin birbirine karıştığı zaman bu mekandan kendi kendime şöyle diyerek çıktım: Otlar toprağın elementlerini emer, koyunlar bu otları yer, kurt koyunları parçalar, gergedan kurdu öldürür, aslan gergedanı avlar, sonunda ölüm de aslanı yok eder. Ölümü yenecek ve bu zulümler silsilesini, süregelen bir adalete dönüştürecek bir kuvvet var mıdır? Bütün bu kötü olayları, güzel sonuçlara vardıracak bir güç bulunmakta mıdır? Elleriyle hayatın bütün unsurlarını tutup -tıpkı denizin bütün kanallarının bir ahenkle derinliklerine dönmesi gibi- onları gülümseyerek bağrına basacak bir güç var mıdır? Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?”(s.100).
Hiç kimsenin hayatında hatasız olamayacağı hususu yazar tarafından vurgulanmak istenmiştir. "Kral hayatında hiç çatışmadı mı? Herhangi bir güçsüz insandan mal ya da başka bir şey çalmadı mı? Güzel bir kadını arzu etmedi mi? O bütün bu yasak şeylerden masum muydu da katilin boynunu vurdu, hırsızı idam etti ve zina eden kadını recm etti."(s.101-102).
Yazar, toplumda güçsüz ve zayıf insanların acımasızca itelendiğini ve barınamayacağını “çünkü saraylarda oturanlar ancak gençleri ve güçlü kimseleri çalıştırıyorlar” (s.105) sözleriyle ifade etmektedir.
Kilisenin, insanları sömürdüğünü, karşılığında da hiçbir şey vermediğini ve sömürdüğü kişilere karşı merhametsizce davrandığını belirten yazar, din adamlarının halkı ezdiklerini de şu sözleriyle ifade etmektedir: “Gecenin sessizliğinde, gökyüzünün yıldızları, İsa’nınöğretilerini, boyun vurdukları kılıçlara döndürüp, keskin uçlarıyla fakir ve zayıf kimselerin vücutlarını parçalayan rahiplerin zulmüne şahitlik etsin diye dul karısı, kabrine bir haç koydu.” (s.107).
Hikayede edebî sanatlar fazlaca kullanılmıştır. Retorik soru biçimi de hikâyede kullanılan edebî sanatlardan biridir. Bunu anlatımı kuvvetlendirmek için yapmaktadır. "Kan dökülmesi yasaktır. Ama krala onu yasal hale getiren kim? Malların gasp edilmesi suçtur. Fakat ruhların gasp edilmesini yasal hale getiren kim? Kadınların ihaneti çirkindir. Ancak vücutların taşlanmasını güzel hale getiren kim?”(s.101). Bunlar retorik soru şekliyle ilgili verebileceğimiz örneklerdendir.
Yazar olay yerinin tasvirinde oldukça başarılıdır. Yaptığı tasvirler sonucunda, okuyucunun zihninde olay mekanı kolaylıkla canlanabilmektedir. Bu durumu hikayenin pek çok yerinde gِrmek mümkündür. "Kral, tahtının üzerindeki posta bağdaş kurup oturdu.Şehrin akıllı kimseleri de sağına ve soluna yüzleri buruşmuş bir halde oturdular ve gözleri kitaplara çevrildi. Etrafında askerler kılıçlarını kuşanmış ve mızraklarını kaldırmış bir halde dikildiler. Meraklılar az sonra çıkacak kararı bekler bir halde kralın önünde durdular. Hepsi başlarını öne eğmiş, gözlerini yere dikmiş ve nefeslerini tutmuş bir durumdaydılar."(s.97). "Vadiye ulaştığımda aniden kartal, kuzgun ve akbabalardan oluşan sürünün, yavrularıyla beraber ötüşerek, kanat çırparak uçtuğunu, zaman zaman da yere konduğunu gördüm. Etrafıma bakınarak biraz yürüdüm. Bu esnada önümde yüksek bir ağaca asılmış bir adam cesedini, recm edildiği taşlar arasıda kalan bir kadın ölüsünü ve başı gövdesinden ayrılmış bir gencin cesedini gördüm."(s.100).
Benzetme sanatı da hikayede kullanılan sanatlardan biridir. "Sanki dizkapakları, eski bir elbisenin kenarlarından yırtılmış iki parça gibiydi."(s.99). "Kral ona, aç bir kartalın iki kanadı kırık bir kuşa baktığı gibi bakarak şöyle bağırır."(s.99). "Ceset, ıslak bir elbisenin düşüşü gibi yere düştü."(s.104)“Adeta yırtıcı bir hayvanın azgın bir şekilde ağzını açtığı zaman boğazının görülmesi gibiydi.”(s.97). Burada hapishanenin karanlık duvarları yırtıcı hayvanın açılmış ağzına benzetilmektedir.
“Güneş şafağın arkasına gizlenmişti. Sanki o, insanlığın sorunlarından bıkmış ve nefret etmişti. Akşam, tabiatın üzerini örtmek için, gölge ve sükunetin ipliklerinden ince bir örtü dokudu.”(s.107). Bu ifadelerde yazar güneş ve akşamı insanî özelliklerle donatmakta ve cansız bir şeyi canlıymış gibi göstererek kişileştirme yapmaktadır.
Yazar, kişilerin ruh halini tasvir etmek hususunda da çok başarılıdır. “Büyük hüznü anlatan, ağlamaktan ve uykusuzluktan yaralanmış göz kapaklarıyla ve acıların ona eşlik ettiği boğuk bir sesle, bana doğru bakarak şöyle dedi.”(s.103-104) “Yorgun, üzüntülü, gözyaşlarına boğulmuş sürmeli gözlerle bana baktı.”(s.105)
Olayların kahramanlarının işlemiş olduğu fiillerin –yazara göre- haklı bir sebebi vardır.Bu sebepler araştırılmaksızın kişilerin yargılanması doğru değildir. Aynı zamanda kişiler, içinde bulundukları şartlar nedeniyle adeta suç işlemeye itilmektedir. “Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?” (s.100)sözleriyle bu durumu ifade etmektedir.
Suçluların yargılandığı kanunların, Tanrının kanunları mı yoksa kişilerin koymuş olduğu kanunlar mı olduğu hakkında yazarda bir tereddüt vardır. “Hırsızı idam için ağaca çıkaranlar kim? Gökyüzünden inen melekler mi yoksa ulaştığı her şeyi çalarak gasp eden adamlar mı?
Bu katilin başını kim kesti? Yüksekten inen peygamberler mi, yoksa nerede olursa olsun kan diken ve öldüren askerler mi?
Bu kadını kim taşladı? Mabetlerde bulunan kendilerini ibadete vermiş temiz insanlar mı, yoksa karanlığın örtüsüne gizlenerek rezalet şeyleri yapan insanlar mı?”(s.102) Fakat yazar yargı sistemine karşı olduğu için her iki kanunla yargılanmayı da istememektedir.
Yazar, romantizm akımına8 mensup pek çok yazarda görülmekte olan ütopik bir yaklaşımla, kendine ait bir dünya kurmak istemektedir. “Ölümü yenecek ve bu zulümler silsilesini, süregelen bir adalete dönüştürecek bir kuvvet var mıdır? Bütün bu kötü olayları, güzel sonuçlara vardıracak bir güç bulunmakta mıdır? Elleriyle hayatın bütün unsurlarını tutup -tıpkı denizin bütün kanallarının bir ahenkle derinliklerine dönmesi gibi- onları gülümseyerek bağrına basacak bir güç var mıdır? Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?”(s.100)
Yine romantizm akımının yazarlarında görüldüğü gibi, yazarın tabiata karşı bir hayranlığı vardır. Bu durumu şu sözleriyle ifade etmektedir: “İkinci gün şehirden çıktım. Ruhu dinlendiren tarlalar arasında yürüdüm. Gökyüzündeki berraklık, temiz hava, adeta karanlık evlerin ve dar caddelerin oluşturduğu sıkıntı ve stresi yok etmekteydi.”(s.100)
İnsanlar arasında, kralın hatasız olduğu yada yapmış olduğu fiillerde mutlaka geçerli bir sebebinin olduğu fikri hakimdir. Aynı suçu halktan bir kimse işlediğinde ise bu kişinin kötü bir kişi olduğu ve cezalandırılması gerektiği düşünülmektedir. Yazar ise, toplumda hakim olan bu düşünce tarzının yanlış olduğunu düşünmektedir ve bu düşüncesini şu sözlerle ifade etmektedir: “Bir adam başka bir adama kötülük yaptığında insanlar bu adam için zalim bir katildir derler. Kral ona kötülük yapınca ise bu adaletli bir kraldır derler.
Bir adam manastırı soymak istediğinde, insanlar bu adama kötü bir hırsızdır derler. Kral onun hayatını sona erdirmek istediğinde ise bu erdemli bir kraldır derler.
Eşine ihanet eden bir kadına insanlar bu kötü bir kadındır derler. Ama kral onu çıplak olarak dolaştırıp, başta gelen şahitlere taşlattığında ise bu onurlu bir kraldır derler.”(s.101)
Kralın, suçlular hakkında verdiği hükmün, adaleti sağlayacağı yerde aksine daha büyük sorunlara sebep olacağı fikri yazarda hakimdir. Yazar bu fikrini şu sözleriyle ifade etmektedir: “Kötülüğe daha büyük bir kötülükle mi karşılık verip bu yasadır deriz? Bozgunculuğu daha büyük bir kargaşayla mı yok edip bu kanundur diye bağırırız? Suçu, daha büyük bir suçla mı yenip bu adalettir diye haykırırız?”(s.101)
Sonuç olarak yazar, hikâyesinde toplumdaki değer yargılarını ortaya koymakta ve toplumu sorgulamaktadır. Toplumun yanlış davranışlarının sonucunda meydana gelen haksızlıkları gözler önüne sermektedir.
Toplumun din anlayışı eleştirilmektedir. Onların dini yanlış anladıkları ve kendilerine göre yorumlayıp haksız hükümler verdikleri eleştirel bir dille ifade edilmektedir. Bunun yanında gelenek ve göreneklerin de ağır bastığı ve hatta bazı yerlerde hukuk kurallarından bile üstün geldiği vurgulanmaktadır.
Yazar burada idam hükmüyle yargılanan üç kişinin aslında suçlarının bu kadar ağır olmaması gerektiğine ve işin iç yüzünün de bu şekilde gelişmediğine okuyucuyu inandırmak istemektedir. Yazara göre onların ağır bir suçla yargılanmalarındaki sebep, gelenek ve göreneklerin yanlış algılanmasında yatmaktadır. Aynı zamanda yazar bu üç kişinin işlemiş olduğu fiillerde haklı olduklarını okuyucuya anlatmak istemektedir.
Hikâyede, kralın gerektiğinden fazla yetkisinin olduğu ve onun hükümlerine itirazın söz konusu bile olmadığı hususu eleştirilmektedir.
Diğer taraftan insanların itham edildiği fiillerinden dolayı kendilerine savunma hakkının dahi verilmediği ve Allah'ın indirdiği adalet mekanizmasının bu şekilde olmadığı vurgulanmaktadır.
Olaylara duygusal açıdan yaklaşması, ütopik bir dünya kurması ve tabiatı ele almasıyla Romantizm akımının öncüsü olarak kabul edilen Cubrân, hikayesinde bu özelliğini güzel bir şekilde yansıtmaktadır.
Cubrân Halîl Cubrân (1301-1349/1883-1931), dindar bir anne ve din adamlarını fazla önemsemeyen aynı zamanda da içkiye düşkün olan bir babanın çocuğu olarak Kuzey Lübnan’da bir köy olan Bechari’de doğdu. On iki yaşındayken annesi ve kardeşleriyle beraber Amerika Birleşik Devletleri eyaletlerinden Boston’a gitti. Orada resim dersleri aldı. Daha sonra Beyrut’a dönerek Hikmet Medresesine girdi ve dört yıl kaldı. 1908 senesinde Paris’e giderek resim ve heykel enstitülerinde çalıştı ve orada yaklaşık üç sene kaldı. Bu esnada Roma, Brüksel ve Londra gibi sanat ve medeniyet açısından gelişmiş olan başkentleri de ziyaret etti. Paris’te Augoste Rodin’den ders aldı ve onun sayesinde İngiliz şair ve sanatçı William Blake (1757-1847)’in eserlerini tanıdı ve etkisinde kaldı. Daha sonra New York’a döndü ve Alman filozof Nietzsche (1844-1900)’nin eserlerini okuyarak görüşlerini ve felsefesini beğendi. Hayatının bu döneminde iki karakter arasında kaldı. Biri din ve kurallara karşı çıkan karakteri, diğeri ise kendi istek ve heveslerine göre hareket eden ve hayattan zevk almayı seven karakteridir. Hayattan zevk almayı seven karakteri el-Ecnihatu’l-Mutekessira (“Kırık Kanatlar”, 1918) ve Dem‘a ve İbtisâme (“Gözyaşı ve Tebessüm”, 1913) adlı eserlerinde, isyankar karakteri ise el-Ervâhu’l-Mutemerride (“Asi Ruhlar”, 1908) 1, adlı eserinde ortaya çıkmıştır.
Mehcer (“Göç”) Edebiyatının2 önde gelen yazarlarından olan Cubrân, 1920 senesinde de arkadaşları Mihâ’il Nu‘ayme (1889-1988), Nesîb Arîda (1887-1946), ‘Abdu’l-Mesîh Haddâd (1890-1963), Reşîd Eyyûb (1871-1941) ve Nedre Haddâd (1881-1950) ile beraber er-Râbitatu’l-Kalemiyye (“Kalem Birliği”) adlı edebiyat derneğini kurdu ve derneğin başına getirildi. Daha sonra bu birliğe Îliyyâ Ebû Mâdî (1889-1957)3 de katıldı.
Din, dünya işlerinde ve aile ilişkilerinde kurallara ve otoriteye daima karşı çıkan Cubrân bütün dinleri de inkar etmiştir. Her ne kadar Mesih hakkında yazılar yazsa da onun İsa’sı İncil’in İsa’sından tamamen farklıdır. Onun Mesih’i sıradan bir insandır ve o Mesih’in yanında hayır ve şer, iman ile küfür arasında bir fark yoktur. Din kurullarıyla alay eden Cubrân küfür ve imanı aynı seviyede kabul etmiştir. Onun pek çok ilahları vardır, ancak gerçek Allah’ı bu tanrılar arasına koyamamıştır. O kendini, nefsinin rabbi olarak görmüştür. Diğer taraftan öldükten sonra ruhunun, başka bir bedende tekrar dirileceği (reenkarnasyon) fikrine de inanmıştır.
O, vatanını çok sevmesini rağmen milliyetçilik fikrine karşı çıkmıştır. Bunun yanı sıra sosyalizmi de benimsemiştir.
Cubrân eserlerini doğulu bir sûfi ruhuyla yazmıştır. Yazılarında bir yazardan daha çok sanki bir ressam gibidir. Aynı zamanda bir düşünür de olan Cubrân bu özelliğini en-Nebî (“Ermiş”, 1923) 4 adlı eserinde göstermiştir. Feodalite rejimine, gelenek-göreneklere ve mutlak otoriteye karşı olan fikirlerini, eserlerinde sıkça dile getirmiştir.
Cubrân’ın Arapça ve İngilizce olarak yazmış olduğu eserlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Arapça yazdığı eserler: el-Mûsîkâ (“Müzik”), ‘Arâ'isu’l-Murûc (“Vadinin Gelinleri”, 1905), el-Ervâhu’l-Mutemerride (“Asi Ruhlar”), el-Ecnihatu’l-Mutekessira (“Kırık Kanatlar”, 1908) Dem‘a İbtisâme (“Gözyaşı ve Tebessüm”), el-Mevâkib (“Kafileler”), el-‘Avâsıf (“Fırtınalar”)5, el-Bedâ‘i ve’t-Tarâif (“Eşsizler ve Nükteler)”. Bu eserleri , el-Mecmû‘atu’l-Kâmile li Mu’ellefât Cubrân Halîl Cubrân el-‘Arabiyye adı altında bir kitapta basılmıştır
İngilizce yazdığı eserleri ise şunlardır: el-Mecnûn (“Deli”, 1917), es-Sâbik (“Önceki”, 1920), en-Nebî (“Ermiş”, 1923), Raml ve Zebed (“Kum ve Köpük”, 1926)6, Yesû‘ İbnu’l-İnsan (“İnsan Oğlu Yesû”, 1928), Âlihetu’l-Arz (“Yeryüzünün Tanrıları”, 1931), et-Tâ’ih (“Şaşkın”, 1932), Hadîkatu’n-Nebî (“Ermişin Bahçesi”, 1933). Daha sonra bu eserler Arapçaya çevrilerek el-Mecmû‘atu’l-Kâmile li Mu’ellefât Cubrân Halîl Cubrân el-Mu‘arraba adlı eserde basılmıştır.7
Tahlilini ve çevirisini yaptığımız Surâhu’l-Kubûr (“Kabirlerin Çığlığı”, 1949)8 adlı hikâye, Cubrân’ın el-Ervâhu’l-Mutemerride adlı eserinden alınmıştır. Yazar, mutlak otoriteye, gelenek-göreneklere ve kilise rejimine karşı olan görüşlerini bu hikayede işlemiştir.
Bu hikayede hiç bir soru sormaksızın yargılanan ve hiç bir şahide başvurmaksızın haklarında ölüm kararı verilen üç kişi anlatılır. Bunlardan birinci şahıs, bir askeri öldürmekle itham edilen genç bir delikanlıdır. Aslında bu delikanlı askeri, hiç bir kasıt olmaksızın değil, bilakis nişanlısının namusunu ve şerefini korumak için öldürmüştür. Çünkü asker, gencin nişanlısını, komutanla beraber olması için zorla saraya götürmek istemiştir.
İkincisi ise zina etmekle itham edilen genç bir kadındır. Aslında bu kadın zina etmemiştir. Babasının zorlamasıyla istemediği birisiyle evlendirilmiştir. Çünkü onun hayatında birbirlerini çok sevdiği genç bir delikanlı vardır. Başka biriyle evlendirildikten sonra bir gün sevdiği genç yanına gitmiş, onlar baş başa otururlarken kocası gelmiş ve kadını, zina etmekle suçlamıştır. Bunun sonucunda da genç kadının taşlanarak öldürülmesine karar verilmiştir.
Üçüncü kişiye gelince, bu kişi kilisenin altın kaplarını çalmakla suçlanmaktadır. Oysaki onun çaldığı bir miktar undur. Çünkü kiliseden kovulduktan sonra fakirlikten ve yoksulluktan çocuklarına yiyecek bir şey bulamamıştır. Onların açlıktan kıvranmalarına dayanamayarak kiliseye gitmiş ve un alırken yakalanmıştır.
Hikayede üç ana kahraman bulunmaktadır. Bunlardan ilki cesaret ve gururun temsil edildiği genç, ikincisi masumluk ve talihsizlik temalarının işlendiği genç bir kadın, üçüncüsü ise fakirlik, yoksulluk ve acizlik konularının işlendiği zavallı bir adamdır. Hikayenin bir diğer kahramanı ise olayları bize anlatan yazardır.
Yine hikayede geçen olayların bize aktarılmasında yardımcı olan ve ikinci derecede rol oynayan kahramanlar da vardır. Bunlar delikanlının nişanlısı konumundaki genç kız, recmedilen kadının sevdiği genç ve fakir adamın karısıdır.
Yazar, hikayesinde adil olmayan bir mahkeme kurarak, bu mahkemeye yönelttiği eleştiriler çerçevesinde topluma mesajlar vermeye çalışır. Çünkü mahkeme kararları bir soruşturma ve araştırma yapılmaksızın verilmektedir. Mahkemenin hukuksal bir dayanağı olmadığı gibi kararlarına itiraz da söz konusu değildir. Yazara göre kralın bu kadar geniş bir yetkisi de yoktur. Kralın sanıklar hakkında vermiş olduğu karar da adaletli görülmemektedir.
Bir yönetim biçimi olan feodaliteye karşı olumsuz tavrını da ortaya koyan yazar, kilisenin haksız davranışlarından örnekler vererek onların bu davranışlarının altında yatan sebebin, dini istismar edip kendi çıkarlarına göre yorumlamak olduğunu ima etmektedir.
Yazar, olayları determinik7 bir yaklaşımla okuyucuya sunmaktadır. Yani işlenen her suçun bir sebebi vardır. Örneğin, gencin komutanı öldürmesinin sebebi, nişanlısının namusunu ve şerefini kurtarmak, yaşlı adamın un çalmasının sebebi ise aç çocuklarını doyurmak istemesidir.
Hikayede vurgulanmak istenen bir diğer konu ise, yasaklara karşı bir başkaldırıdır. Çünkü hikayenin her üç kahramanı da kralın koymuş olduğu kanunlara karşı gelmişlerdir.
Diğer taraftan bu öyküde yazar felsefî bir yaklaşım içersinde insanla insan, Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri sorgulamaktadır. Toplumdaki haksızlıklar karşısında adeta Tanrıyla hesaplaşmaktadır. Gerek Tanrının emrettiği gerekse insanların koyduğu kanunlara karşı olumsuz bir tavır içersine girmektedir.
Yazarın hikâyede kullandığı dil sade değildir. Bir kelimeye birden fazla anlam yükleyerek ifadeleri beliğ bir şekilde sunmuştur. Ama buna rağmen okuyucuya düşünecek fazla bir şey bırakmadan her şeyi detayıyla anlatmıştır. Üslup olarak çok uzun cümleler kullanmasına rağmen hikayede bir akıcılık ve sürükleyicilik vardır
Hikâye iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm üç kişinin suçlarının söylendikten sonra idamla yargılanmaları kararının verilmesiyle başlar, ikinci bölümde ise onlar öldürüldükten sonra yakınlarının, cesetlerin başına gelip olayların iç yüzünü yazara anlatmalarıyla devam eder.
Hikâyede sunuş biçimi olarak diyalog, iç monolog ve tasvirler vardır. Anlatım biçimi birinci bölümde o-anlatı, ikinci bölümde ben-anlatı şeklindedir. Anlatım tutumu olarak da eleştireldir. Bu eleştiriler bilhassa ikinci bölümde yoğunlaşmaktadır.
Yazarın eleştirdiği konulardan biri erkeğin, kadın karşısında farklı konumda değerlendirilmesidir. "Hiç kimsenin bana bir zararı dokunmadı. Çünkü kör yasa ve kokuşmuş gelenekler düşmüş bir kadını cezalandırır. Erkeğe gelince ona hoşgörülü davranır.” (s.104) sözleriyle bunu açık bir dille ifade etmektedir.
Yazar, dini eleştirirken bir taraftan da halkın dini, kendine göre yorumladığını düşünmektedir. O bu fikrini şu sözleriyle ifade eder. "Kanun. Nedir kanun? Kim onu gök yüzünün derinliklerinden güneşin ışığıyla birlikte inerken gördü? Hangi insan Allah'ın kalbini görüp de onun insanlık hakkındaki görüşünü bildi? Hangi nesilde melekler insanlar arasına girip "zayıfları hayatın ışığından mahrum edin değersiz şeyleri kılıcın ucuyla bitirin ve hata yapanları demirden ayaklarla çiğneyin" diyerek yürüdü."(s.102).
Hikâyede kralın adaletsizliğini bağnaz insanların desteklediği, eleştirel bir üslupla anlatılmaktadır. "Bir adam başka bir adama kötülük yaptığında insanlar bu adam için zalim bir katildir derler. Kral ona kötülük yapınca ise bu adaletli bir kraldır derler.
Bir adam manastırı soymak istediğinde, insanlar bu adama kötü bir hırsızdır derler. Kral onun hayatını sona erdirmek istediğinde ise bu erdemli bir kraldır derler.
Eşine ihanet eden bir kadına insanlar bu kötü bir kadındır derler. Ama kral onu çıplak olarak dolaştırıp başta gelen şahitlere taşlattığında ise bu onurlu bir kraldır derler."(s.101).
Hikâyede iç monologlar çok kullanılmıştır. Bilhassa birinci bölümün sonundan ikinci bölümün başlarına kadar yazar sürekli kendi kendine konuşmaktadır. "Düşüncelerim, bulutlarla kapanan şafaktaki çizgilerin birbirine karıştığı zaman bu mekandan kendi kendime şöyle diyerek çıktım: Otlar toprağın elementlerini emer, koyunlar bu otları yer, kurt koyunları parçalar, gergedan kurdu öldürür, aslan gergedanı avlar, sonunda ölüm de aslanı yok eder. Ölümü yenecek ve bu zulümler silsilesini, süregelen bir adalete dönüştürecek bir kuvvet var mıdır? Bütün bu kötü olayları, güzel sonuçlara vardıracak bir güç bulunmakta mıdır? Elleriyle hayatın bütün unsurlarını tutup -tıpkı denizin bütün kanallarının bir ahenkle derinliklerine dönmesi gibi- onları gülümseyerek bağrına basacak bir güç var mıdır? Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?”(s.100).
Hiç kimsenin hayatında hatasız olamayacağı hususu yazar tarafından vurgulanmak istenmiştir. "Kral hayatında hiç çatışmadı mı? Herhangi bir güçsüz insandan mal ya da başka bir şey çalmadı mı? Güzel bir kadını arzu etmedi mi? O bütün bu yasak şeylerden masum muydu da katilin boynunu vurdu, hırsızı idam etti ve zina eden kadını recm etti."(s.101-102).
Yazar, toplumda güçsüz ve zayıf insanların acımasızca itelendiğini ve barınamayacağını “çünkü saraylarda oturanlar ancak gençleri ve güçlü kimseleri çalıştırıyorlar” (s.105) sözleriyle ifade etmektedir.
Kilisenin, insanları sömürdüğünü, karşılığında da hiçbir şey vermediğini ve sömürdüğü kişilere karşı merhametsizce davrandığını belirten yazar, din adamlarının halkı ezdiklerini de şu sözleriyle ifade etmektedir: “Gecenin sessizliğinde, gökyüzünün yıldızları, İsa’nınöğretilerini, boyun vurdukları kılıçlara döndürüp, keskin uçlarıyla fakir ve zayıf kimselerin vücutlarını parçalayan rahiplerin zulmüne şahitlik etsin diye dul karısı, kabrine bir haç koydu.” (s.107).
Hikayede edebî sanatlar fazlaca kullanılmıştır. Retorik soru biçimi de hikâyede kullanılan edebî sanatlardan biridir. Bunu anlatımı kuvvetlendirmek için yapmaktadır. "Kan dökülmesi yasaktır. Ama krala onu yasal hale getiren kim? Malların gasp edilmesi suçtur. Fakat ruhların gasp edilmesini yasal hale getiren kim? Kadınların ihaneti çirkindir. Ancak vücutların taşlanmasını güzel hale getiren kim?”(s.101). Bunlar retorik soru şekliyle ilgili verebileceğimiz örneklerdendir.
Yazar olay yerinin tasvirinde oldukça başarılıdır. Yaptığı tasvirler sonucunda, okuyucunun zihninde olay mekanı kolaylıkla canlanabilmektedir. Bu durumu hikayenin pek çok yerinde gِrmek mümkündür. "Kral, tahtının üzerindeki posta bağdaş kurup oturdu.Şehrin akıllı kimseleri de sağına ve soluna yüzleri buruşmuş bir halde oturdular ve gözleri kitaplara çevrildi. Etrafında askerler kılıçlarını kuşanmış ve mızraklarını kaldırmış bir halde dikildiler. Meraklılar az sonra çıkacak kararı bekler bir halde kralın önünde durdular. Hepsi başlarını öne eğmiş, gözlerini yere dikmiş ve nefeslerini tutmuş bir durumdaydılar."(s.97). "Vadiye ulaştığımda aniden kartal, kuzgun ve akbabalardan oluşan sürünün, yavrularıyla beraber ötüşerek, kanat çırparak uçtuğunu, zaman zaman da yere konduğunu gördüm. Etrafıma bakınarak biraz yürüdüm. Bu esnada önümde yüksek bir ağaca asılmış bir adam cesedini, recm edildiği taşlar arasıda kalan bir kadın ölüsünü ve başı gövdesinden ayrılmış bir gencin cesedini gördüm."(s.100).
Benzetme sanatı da hikayede kullanılan sanatlardan biridir. "Sanki dizkapakları, eski bir elbisenin kenarlarından yırtılmış iki parça gibiydi."(s.99). "Kral ona, aç bir kartalın iki kanadı kırık bir kuşa baktığı gibi bakarak şöyle bağırır."(s.99). "Ceset, ıslak bir elbisenin düşüşü gibi yere düştü."(s.104)“Adeta yırtıcı bir hayvanın azgın bir şekilde ağzını açtığı zaman boğazının görülmesi gibiydi.”(s.97). Burada hapishanenin karanlık duvarları yırtıcı hayvanın açılmış ağzına benzetilmektedir.
“Güneş şafağın arkasına gizlenmişti. Sanki o, insanlığın sorunlarından bıkmış ve nefret etmişti. Akşam, tabiatın üzerini örtmek için, gölge ve sükunetin ipliklerinden ince bir örtü dokudu.”(s.107). Bu ifadelerde yazar güneş ve akşamı insanî özelliklerle donatmakta ve cansız bir şeyi canlıymış gibi göstererek kişileştirme yapmaktadır.
Yazar, kişilerin ruh halini tasvir etmek hususunda da çok başarılıdır. “Büyük hüznü anlatan, ağlamaktan ve uykusuzluktan yaralanmış göz kapaklarıyla ve acıların ona eşlik ettiği boğuk bir sesle, bana doğru bakarak şöyle dedi.”(s.103-104) “Yorgun, üzüntülü, gözyaşlarına boğulmuş sürmeli gözlerle bana baktı.”(s.105)
Olayların kahramanlarının işlemiş olduğu fiillerin –yazara göre- haklı bir sebebi vardır.Bu sebepler araştırılmaksızın kişilerin yargılanması doğru değildir. Aynı zamanda kişiler, içinde bulundukları şartlar nedeniyle adeta suç işlemeye itilmektedir. “Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?” (s.100)sözleriyle bu durumu ifade etmektedir.
Suçluların yargılandığı kanunların, Tanrının kanunları mı yoksa kişilerin koymuş olduğu kanunlar mı olduğu hakkında yazarda bir tereddüt vardır. “Hırsızı idam için ağaca çıkaranlar kim? Gökyüzünden inen melekler mi yoksa ulaştığı her şeyi çalarak gasp eden adamlar mı?
Bu katilin başını kim kesti? Yüksekten inen peygamberler mi, yoksa nerede olursa olsun kan diken ve öldüren askerler mi?
Bu kadını kim taşladı? Mabetlerde bulunan kendilerini ibadete vermiş temiz insanlar mı, yoksa karanlığın örtüsüne gizlenerek rezalet şeyleri yapan insanlar mı?”(s.102) Fakat yazar yargı sistemine karşı olduğu için her iki kanunla yargılanmayı da istememektedir.
Yazar, romantizm akımına8 mensup pek çok yazarda görülmekte olan ütopik bir yaklaşımla, kendine ait bir dünya kurmak istemektedir. “Ölümü yenecek ve bu zulümler silsilesini, süregelen bir adalete dönüştürecek bir kuvvet var mıdır? Bütün bu kötü olayları, güzel sonuçlara vardıracak bir güç bulunmakta mıdır? Elleriyle hayatın bütün unsurlarını tutup -tıpkı denizin bütün kanallarının bir ahenkle derinliklerine dönmesi gibi- onları gülümseyerek bağrına basacak bir güç var mıdır? Katil ve öldürdüğü kimseyi, zina eden kimseyle dostunu, hırsızla malı çalınan kimseyi, kralın mahkemesinden daha adaletli bir mahkemenin önünde birlikte yargılayacak bir güç var mıdır?”(s.100)
Yine romantizm akımının yazarlarında görüldüğü gibi, yazarın tabiata karşı bir hayranlığı vardır. Bu durumu şu sözleriyle ifade etmektedir: “İkinci gün şehirden çıktım. Ruhu dinlendiren tarlalar arasında yürüdüm. Gökyüzündeki berraklık, temiz hava, adeta karanlık evlerin ve dar caddelerin oluşturduğu sıkıntı ve stresi yok etmekteydi.”(s.100)
İnsanlar arasında, kralın hatasız olduğu yada yapmış olduğu fiillerde mutlaka geçerli bir sebebinin olduğu fikri hakimdir. Aynı suçu halktan bir kimse işlediğinde ise bu kişinin kötü bir kişi olduğu ve cezalandırılması gerektiği düşünülmektedir. Yazar ise, toplumda hakim olan bu düşünce tarzının yanlış olduğunu düşünmektedir ve bu düşüncesini şu sözlerle ifade etmektedir: “Bir adam başka bir adama kötülük yaptığında insanlar bu adam için zalim bir katildir derler. Kral ona kötülük yapınca ise bu adaletli bir kraldır derler.
Bir adam manastırı soymak istediğinde, insanlar bu adama kötü bir hırsızdır derler. Kral onun hayatını sona erdirmek istediğinde ise bu erdemli bir kraldır derler.
Eşine ihanet eden bir kadına insanlar bu kötü bir kadındır derler. Ama kral onu çıplak olarak dolaştırıp, başta gelen şahitlere taşlattığında ise bu onurlu bir kraldır derler.”(s.101)
Kralın, suçlular hakkında verdiği hükmün, adaleti sağlayacağı yerde aksine daha büyük sorunlara sebep olacağı fikri yazarda hakimdir. Yazar bu fikrini şu sözleriyle ifade etmektedir: “Kötülüğe daha büyük bir kötülükle mi karşılık verip bu yasadır deriz? Bozgunculuğu daha büyük bir kargaşayla mı yok edip bu kanundur diye bağırırız? Suçu, daha büyük bir suçla mı yenip bu adalettir diye haykırırız?”(s.101)
Sonuç olarak yazar, hikâyesinde toplumdaki değer yargılarını ortaya koymakta ve toplumu sorgulamaktadır. Toplumun yanlış davranışlarının sonucunda meydana gelen haksızlıkları gözler önüne sermektedir.
Toplumun din anlayışı eleştirilmektedir. Onların dini yanlış anladıkları ve kendilerine göre yorumlayıp haksız hükümler verdikleri eleştirel bir dille ifade edilmektedir. Bunun yanında gelenek ve göreneklerin de ağır bastığı ve hatta bazı yerlerde hukuk kurallarından bile üstün geldiği vurgulanmaktadır.
Yazar burada idam hükmüyle yargılanan üç kişinin aslında suçlarının bu kadar ağır olmaması gerektiğine ve işin iç yüzünün de bu şekilde gelişmediğine okuyucuyu inandırmak istemektedir. Yazara göre onların ağır bir suçla yargılanmalarındaki sebep, gelenek ve göreneklerin yanlış algılanmasında yatmaktadır. Aynı zamanda yazar bu üç kişinin işlemiş olduğu fiillerde haklı olduklarını okuyucuya anlatmak istemektedir.
Hikâyede, kralın gerektiğinden fazla yetkisinin olduğu ve onun hükümlerine itirazın söz konusu bile olmadığı hususu eleştirilmektedir.
Diğer taraftan insanların itham edildiği fiillerinden dolayı kendilerine savunma hakkının dahi verilmediği ve Allah'ın indirdiği adalet mekanizmasının bu şekilde olmadığı vurgulanmaktadır.
Olaylara duygusal açıdan yaklaşması, ütopik bir dünya kurması ve tabiatı ele almasıyla Romantizm akımının öncüsü olarak kabul edilen Cubrân, hikayesinde bu özelliğini güzel bir şekilde yansıtmaktadır.