-ÇOCUKLUĞUM-
‘İnsanlar doğar, büyür ve ölür.’
Doğru söze kim başkaldırmış. Oysa virgüller, noktalar, imlalı ve imalı cümleler çoktan baş kaldırmış.
Doğan’ın kanunundan bahsediyoruz, kolay değil. Doğan kişinin kanunu. Doğan kişinin kavgası. Benim kanunum, benim kavgam. Senin kanunun/kavgan, O’nun kanunu/kavgası, Biz’im kanunumuz/kavgamız.
Bağıra bağıra, avaz avaz bir halde göz açıyoruz dünyaya. Daha doğrusu açamıyoruz bile… Yumak yumak ellerimiz, sevimli mi sevimli bir sima ile acıların başladığı, dünyaya ilk yolculuk başlıyor. İlk hayat tecrübemiz. Kavgaya ilk adım atışımız.
Gözlerimizde acemi bir bakış, yüzümüzde anlam veremediğimiz o çocuksu his. Ve yüreğimiz yaralı bir ceylan gibi ürkek…
Doğup, büyüdüğün köyün geliyor aklına. Her gidişinde içini bir hüzün kaplıyor. Ne zaman ecelsiz bir çiçek kopartılsa dalından, senin de içinden öyle bir şey kopuyor. Hiç dönüp bakasın bile yok aslında o yerlere. Hatırlar mısın, baba yarısı o insanla bayram için gittiğiniz yere, elini omzunun üstüne atıp : “Vay be çocukluğumuzun geçtiği yer. Ne çocukluk ama !” Herkes memleketini överken, sen de memleketine ne güzel s/övgüler yağdırıyordun. Evet, ne çocukluktu; ama. Bütün yasaklıklar orda olmuştu O’nun için. Radyo frekanslarında spiker kurşun gibi sıkarken sözlerini, sen köşe-bucak kaçacak yer arıyordun ve sığınacağın tek yerdi orası. Sığındığı tek yer…
Yıllar su gibi akıp gidiyor. Yıllar su gibi akıp giderken, yüreğimize de lapa lapa kar yağıyor. O küçücük ellerimiz nasır tutuyor, küçücük yüreğimizi de kocaman hüzünler kaplıyor…
Yasaktın, suçtun, kaçaktın. Direndin, köşe-bucak kaçtın. Ama o gelip yine buldu seni. Kaçmadın bu sefer, savaştın. Ernesto’nun da dediği gibi : “Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımın üzerinde ölürüm.” Sen, ayaklarının üzerinde ölmeyi seçtin. Bütün acılara kucak açıp, onları bağrına bastın. Hayatın zulmüne, ihanetine ve bütün riyakarlıklarına boyun eğmedin.
Hataların oldu, sokaklara sığındın.
Sendeledin, yıkıldın, tekrar ayağa kalktın. Sana bir el uzandı, tuttun.
Şimdi kocaman bir delikanlı oldun, büyüdün. Acılar, hüzünler, ayrılıklar, yalnızlıklar, ihanetler seni bekliyor. Hazır mısın şimdi tüm bunlara ? Bu soruyu sormaya bile hakkın yok senin. Böyle bir lüksün yok çünkü. Babanın saçlarını okşadığı gibi, annenin o sıcak kucağında uyuduğun gibi olmayacak sokaklar. Her köşe başında bir vurgun yiyeceksin. Her dönemeçte ihanetin o kahpe yüzünü göreceksin. Fırtınalı gecelerde bir tokat gibi çarparken ayrılığın saydam yüzü, sen, dimdik ayakta duracaksın. Çünkü sen böyle büyüdün. Çünkü sen ayrılığı, yalnızlığı, kahpeliği ve ihaneti koynuna alıp, bağrına sımsıkı sarıp uyudun. Çünkü senin başka bir alternatifin yoktu. Nazım’ın da dediği gibi : “Hayatı ıskalama lüksün yok senin.”
Hayatı ıskalama lüksün yok senin delikanlı. Hayatı ıskaladın bir kere, düştün ve kalktın. Seni yerden kaldıran insanları, sendeletme. Şimdi sıra sende. Şimdi sen Onlar’ın elinden tutacaksın. Hadi bakalım, yolun açık olsun…
-Romantik Komünist-
-KASIM 2010-
‘İnsanlar doğar, büyür ve ölür.’
Doğru söze kim başkaldırmış. Oysa virgüller, noktalar, imlalı ve imalı cümleler çoktan baş kaldırmış.
Doğan’ın kanunundan bahsediyoruz, kolay değil. Doğan kişinin kanunu. Doğan kişinin kavgası. Benim kanunum, benim kavgam. Senin kanunun/kavgan, O’nun kanunu/kavgası, Biz’im kanunumuz/kavgamız.
Bağıra bağıra, avaz avaz bir halde göz açıyoruz dünyaya. Daha doğrusu açamıyoruz bile… Yumak yumak ellerimiz, sevimli mi sevimli bir sima ile acıların başladığı, dünyaya ilk yolculuk başlıyor. İlk hayat tecrübemiz. Kavgaya ilk adım atışımız.
Gözlerimizde acemi bir bakış, yüzümüzde anlam veremediğimiz o çocuksu his. Ve yüreğimiz yaralı bir ceylan gibi ürkek…
Doğup, büyüdüğün köyün geliyor aklına. Her gidişinde içini bir hüzün kaplıyor. Ne zaman ecelsiz bir çiçek kopartılsa dalından, senin de içinden öyle bir şey kopuyor. Hiç dönüp bakasın bile yok aslında o yerlere. Hatırlar mısın, baba yarısı o insanla bayram için gittiğiniz yere, elini omzunun üstüne atıp : “Vay be çocukluğumuzun geçtiği yer. Ne çocukluk ama !” Herkes memleketini överken, sen de memleketine ne güzel s/övgüler yağdırıyordun. Evet, ne çocukluktu; ama. Bütün yasaklıklar orda olmuştu O’nun için. Radyo frekanslarında spiker kurşun gibi sıkarken sözlerini, sen köşe-bucak kaçacak yer arıyordun ve sığınacağın tek yerdi orası. Sığındığı tek yer…
Yıllar su gibi akıp gidiyor. Yıllar su gibi akıp giderken, yüreğimize de lapa lapa kar yağıyor. O küçücük ellerimiz nasır tutuyor, küçücük yüreğimizi de kocaman hüzünler kaplıyor…
Yasaktın, suçtun, kaçaktın. Direndin, köşe-bucak kaçtın. Ama o gelip yine buldu seni. Kaçmadın bu sefer, savaştın. Ernesto’nun da dediği gibi : “Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımın üzerinde ölürüm.” Sen, ayaklarının üzerinde ölmeyi seçtin. Bütün acılara kucak açıp, onları bağrına bastın. Hayatın zulmüne, ihanetine ve bütün riyakarlıklarına boyun eğmedin.
Hataların oldu, sokaklara sığındın.
Sendeledin, yıkıldın, tekrar ayağa kalktın. Sana bir el uzandı, tuttun.
Şimdi kocaman bir delikanlı oldun, büyüdün. Acılar, hüzünler, ayrılıklar, yalnızlıklar, ihanetler seni bekliyor. Hazır mısın şimdi tüm bunlara ? Bu soruyu sormaya bile hakkın yok senin. Böyle bir lüksün yok çünkü. Babanın saçlarını okşadığı gibi, annenin o sıcak kucağında uyuduğun gibi olmayacak sokaklar. Her köşe başında bir vurgun yiyeceksin. Her dönemeçte ihanetin o kahpe yüzünü göreceksin. Fırtınalı gecelerde bir tokat gibi çarparken ayrılığın saydam yüzü, sen, dimdik ayakta duracaksın. Çünkü sen böyle büyüdün. Çünkü sen ayrılığı, yalnızlığı, kahpeliği ve ihaneti koynuna alıp, bağrına sımsıkı sarıp uyudun. Çünkü senin başka bir alternatifin yoktu. Nazım’ın da dediği gibi : “Hayatı ıskalama lüksün yok senin.”
Hayatı ıskalama lüksün yok senin delikanlı. Hayatı ıskaladın bir kere, düştün ve kalktın. Seni yerden kaldıran insanları, sendeletme. Şimdi sıra sende. Şimdi sen Onlar’ın elinden tutacaksın. Hadi bakalım, yolun açık olsun…
-Romantik Komünist-
-KASIM 2010-