Kötü bir süpriz

#1
Işık hızla yol alıyordu.
Gezegenleri geçiyor, galaksileri aşıyor, uzayın derinliklerinde kayboluyordu.
Gezegenler hızla yörüngelerinde ilerliyorlardı. Güneşleri daha da hızla yol alıyordu.
Galaksiler hızla birbirinden uzaklaşıyor, uzay hızla genişliyordu. Evrenin her bir kısmı uzayın bir başka ücra köşesinde hızla kayboluyordu.

Işık uzayı daha da hızlı genişletiyordu. Uzay, ışığı yutarken, onun ilerlediği mesafe kadar büyümüş oluyordu.

Uzayın ücra bir köşesinde bir gezegencik kendi güneş sisteminde kendi yörüngesinde, saniyede 30, saatte 107 bin kilometre hızla dönmekteydi.

O gezegenin üstünde bir yerde kımıltısızca ve saatlerce yatıp duran ve daha sonra başka bir yere gidip orda saatlerce duran akıllı canlılar vardı. Hiçbir iş yapmadan saatlerce oturuyorlardı bunlar. Oysa doğal ömürleri sınırlıydı. Topu topu birkaç zaman sonra canlılıklarını yitireceklerdi.

O sırada üzerlerindeki gökyüzünde bulutlar hızla yaklaşıyordu. Bulutlar ölüm yüklüydüler. Zaten kısa olan canlılıklarını daha da kısaltacak ve topluca yok edecekti onları. Doğal olmayan bulutlardı bunlar. Ölüm yüklüydüler.

Bulutlar kendileri yüklenmemişlerdi ölümü. O nedenle doğal değildiler. Az sonra hızla yok olmalarına neden olacaklarını bilmeden akıllı canlılar yüklemişlerdi o ölümü o bulutlara. O canlıların bir kısmı bir hata sonucu neden olmuşlardı buna. Hiç istemeden tabii, ama olmuştu işte. Yapacakları bir şey yoktu.

Saatte 107 bin km hızla yol alan gezegendeki akıllı canlılar, üzerlerine saatte 80 km hızla gelmekte olan ölümcül bulutların altında, hemen hemen hiç kımıldamadan ve anlamlı işler yapmadan sınırlı hayatlarını tüketiyorlar.

Birkaç genç canlı çalıların dibinde hızlı hızlı çiftleşiyor. Sanki yaklaşan ölüme inat, zamanla yarışır gibiler. Bunların bazılarından güya yeni canlılar ürüyecek. Sanki önlerinde uzun ömür varmış gibi... Ama zaman giderek daralıyor.

O canlıların dünyayı algılayışları çok anlaşılır gibi değildir. Bölük pörçük ve karmaşık düşünceleri vardır. Gereksiz ayrıntıları hatırlar ve önemserler ama büyük gerçekleri bilmez veya görmezden gelirler. Bir zamanlar büyük tarihler yaratmış büyük bir kavmin torunlarılar ama o kavme layık değiller artık. Akıllarına ölümcül bir virüs sokulup yerleştirilmiştir sanki ve de hatta belki. Bu yüzden mi, kayıtsız ve çaresizdirler?

Bütün gün oturup ne mi yaparlar? Kendileri için uygun görülen hayalleri izlerler. Sistemi rahatsız etmeyecek yorumlar yazarlar. Kendilerini her gün aşağılayan işlerde hiçbir iş yapmadan çalışırlar. Kollarındaki ve beyinlerindeki gücü, enerjiyi, üretkenliği sistemin günlük yeniden üretilmesi için köreltirler.

Büyük sistem en ufak bir tehtide bile izin vermeyecek kadar sistemlileşmişti. Görkemli ayaklanmalar çağı çok geride kalmıştı. Ama sistem bir hata yaptı. Doğayı çok zorladı ve onun gücünü küçümsedi.

Şimdi sistemin egemenleri kendilerini güvenceye almak için çareler düşünüyor. Ölüm yüklü bulutlardan korumaya yarayacağını sandığı önlemler alıyor. Sıradan bir malzeme artık karaborsada ve ancak çok zenginler alıp saklıyor. Yeraltında, okyanus altında, büyük mağaraların içlerinde kendilerine uzun süre idare edeceğini düşündükleri saraylar, korunaklar yaptılar. Tabii bir de kendilerine hizmet edecek ve sistemin eskisi kadar olmasa da devamını sağlayacak işçiler için kaba sığınaklar da inşa ettirdiler işçilerine.

14 milyar yaşında, saniyede 22 km hızla genişleyen bir evrendeki küçük bir galaksinin kenarındaki kıytırık bir güneş sisteminin dikkati çekmeyen bir gezegeninde olup biten bu son olayların evren açısından hiçbir önemi yok elbette. ona bakarsak, 120 milyar ışık yılı genişliğindeki evrende her saniye başı sönen yıldızların sayısının daha önemli olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Bir göz açıp kapaması içinde yok olan bir toz zerreciği...

Ama o toz zerreciğinde ne kan, ne ter, ne emek, ne zahmet birikmiştir; ne eserler konmuştur üstüne o toz zerreciğinin; bunu bilecek ve takdir edecek bir tane başka uygarlık dahi varsa, o zaman o toz zerreciğinin yok oluşu önemlidir. Öyle en az bir uygarlık da herhalde vardır koca evrende.

Şimdi ise artık vakit çok geç. Geçmişte yaratılan onca emek ürünü, onca eser, onca değer... artık geride hiçbir iz bırakmadan yok olup gidecek. Hem de az sonra...

Bazıları bu trajik yok oluşa karşı direnmeyi sürdürüyor. Zenginlerin yer altındaki bireysel şatolarına alternatif olarak onlar toplu yer altı sığınakları kurmaya çalıştılar. Buralarda, hayat yeniden geri döndüğünde ortaya çıkana dek hep birlikte komün olarak yaşayacak ve direnecekler.

Ama herkesi alamazlar. Zaten herkesin bu yönde talebi de yok. Ama talebi olan herkesi de alamayacaklar. Seçmek zorundalar. Seçim için ilkeler belirliyorlar. Gelişmiş akıl ilkelerle çalışıyor. Gezegende hâlâ, gelişmiş akıldan kalmış.

Karaborsaya düşmüş malzemelerden bulamıyorlar, ama doğadan elde edebildikleri benzerleri var. Bunların daha etkili koruyucu olduğu ortaya çıkarsa onlar da karaborsaya düşecektir. O nedenle şimdilik kimsenin rağbet etmediği, daha doğrusu medyanın ve egemen aklın, egemen bilimin rağbet etmediği vasat ürünlerden yararlanma yoluna gidiyorlar. Bunun için de o ürünlerin değerlerini, her şeyi doğadan öğrenmiş sıradan toprak halkından öğreniyorlar.

Sistem, kendilerinin dışında gelişen bu akıllı insiyatifden biraz rahatsız. Vakit olsa ilgilenecek bu alternatif akılla ve icabına bakacak. Şimdilik onları yok saymakla yetiniyor. Vakit bulunca da yok edecek.

Vakit hızla azalıyor. Araya reklam koymaya yetmeyecek kadar hızlı geçiyor zaman. Ama kımıldamadan dev ekranlarda reklamları izlemeye dalmış olanlar için zaman çok ağır ilerliyor. Hız onlar için çok yavaş. Adeta yok gibi. Vakit geçse de gitsek diye düşünmeye alışmışlar. Vakit geçince gidiyorlar.
 
#2
Vakit geçince gidiyorlar ama, sonra yine geliyorlar. Bitmek bilmeyen bir döngü bu. Kırılabilir olduğunu akıl edemiyorlar. Kazayla kırılsa, korkuya kapılacak kadar şartlandırılmışlar bu sonsuz döngüye. Sonu gelmekte olan bu döngüye...

Artık bir göz açıp kapama süresi kadar zaman kaldı sayılır, evrendeki ritme göre. Ama yavaşlıklarını kendi yaşam ritmi yapmış olanlar için biraz daha süre var.

Talihsiz kazanın vuku bulmasının ardından gezegene yayılan ölümcül gaz bulutları büyük bir telaş yaratmıştı. Ama kısa süre sonra çoğunluğun nezdinde telaş kalmamış, gaz bulutlarının hızında azalma olmamasına rağmen, günlük yaşam rutine dönmeye başlamıştı. Hatta, bazı aktüel olaylar dikkatleri dağıtıyor. Gezegen halkı bunlara daha fazla ilgi gösteriyor. Medya bunlara daha çok yer veriyor. Mesela bir ünlü şahsiyetin yeni ortaya çıkarılan cinsel ilişkisi bayağı olay yarattı. Kimsecikler bu ilişkiyi akıllarına getiremezdi. Meğerse uzun süredir birlliktelermiş. Ama ikisi de başkalarıyla birlikte diye biliniyordu.

Bu olay o kadar konuşulur oldu ki, medyada birçok kanalda bunlar çıkarıldı ve röportaj taleplerine yetişemez oldular. Bir programda bunlara diğer kanallarda da hep sorulmuş olan sorular bir kez daha sorulup yanıtları alınınca, bir an program sunucusunun aklına başka soru gelmediğinden, yaklaşmakta olan ölüm bulutları hakkında ne düşündüklerini bile sordu.

Ölüm bulutları geçtiği yerlerdeki hayatın üzerinde silinmeyecek izler bırakarak ilerliyordu. Ölümler hemen değil, yavaş yavaş oluyordu. Aslında hızla oluyordu ama görünüşte canlılık devam ediyor gibiydi.

Bu sırada daha net ölümler de devreye girdi. Gezegendeki hayat daha devam edecekmiş gibi, egemenler yeni bir yağma harekatına giriştiler. Küçük bir coğrafyadaki yerel egemeni devirmek üzere harekete geçip, kısa süre sonra zaten ölümcül bulutlara teslim olacak olan topraklara bombalar yağdırdılar.

Bu sayede, gezegenin zengin bölgeleri bir süreliğine, yaklaşan asıl felaketi unutup geçici bir huzura kavuştu.
 
#3
Geçici huzur geçiciydi ama doğrusunu söylemek gerekirse, o gezegenin akıllı canlılarının koşullara uyma yeteneği çok yüksekti. O kadar ki, evrenin hızıyla karşılaştırılabilecek tek hızlı olan şeyleri bu uyum yetenekleriydi. Kimbilir belki de o ölüm bulutları tepelerine geldiğinde ve tüm yiyeceklerine-içeceklerine ve soludukları havaya sindiğinde bu kez ona da uyum gösterecekler ve ölümle bir arada yaşamayı başaracaklar.

İşte onlardan ikisi, spor bir otomobilde son sürat gidiyorlar. Vakit gecenin tam ortası ve bulutsuz gecede gökyüzü yıldızlarla ışıl ışıl. Ama bir kısmı bunların yıldız değil, uydu. Olsun, gezegende uzun bir süredir sahte olan, yapay olan o kadar çok şey var ki!.. Böyle güzel bir gecede karıştırmayıp kendimizi akıp giden yıldızların ışıltısına ve gecenin serinliğine bırakalım.

Erkek olan arabayı kullanıyor ve kadın olanınsa başı başı dışarda, uzun saçlarını rüzgara bırakmış, yukardaki yıldızlara bakıyor. Yüzünü yalayan, saçlarını dalgalandıran otomobilin rüzgarı ile gökteki yıldızların ışıltılı akışı birleşince sanki kendini bir uzay aracında yolculuk ediyor gibi hissediyor.

Uzayda yolculuk etmek... Ne heyecan verici bir duygu!.. Hele dünyada doğru düzgün yolculuk edememiş olanlar için... Bu kısa ömürlü, geçici dünyada, daha çok oturarak, hareketsiz ve tekdüze bir yaşam sürdürüp çekip gitmek çok büyük bir hata diye düşünüyor. Görülecek yerleri göremeden, yaşanacak hayatları yaşayamadan, öylece doğup büyüdüğü yerden fazla uzaklaşmadan, kök salmışçasına, uyuşmuşcasına, sıradan ve heyecansız bir hayatı kabullenmek kendimize karşı büyük haksızlık, büyük kötülük...

Erkek de bunları düşünüyor mudur şimdi? Yoksa gidecekleri beldedeki tek otelde kalacak yer bulup bulamayacaklarını mı düşünüyordur? Yoksa kapağı otel odasına attıklarında, yorgunluk nedeniyle hemen yatarlar mı, yoksa yatmadan önce biraz hoş vakit geçirirler mi, bunu mu?..

Gecenin en ıssız ve özgür vaktinde, ışıltılı yıldızların altında, tatlı serin bir rüzgarın kollarında uçuşarak yolculuk etmek ve hayallere dalmak çok hoş. Peki ya bu yolculuğu aslında sürekli, sonsuza dek yapmakta ve yapacak olduğumuz gerçeğini kimler hissediyor? Gezegen uzay gemisi yolcuları, başlarını ara sıra ve özellikle geceleri şöyle bir kaldırıp gökyüzüne baksa, bu yolculuğu hissederler. O zaman tıpkı o spor arabadaki kadın gibi bu uzay yolculuğunun heyecanını duyabilirler. Ama kim başını yukarı kaldırıp yıldızlara bakmaya vakit ayıracak ki?

Gezegenin birkaç kilometre yakınlarında ve güzergahı üzerinde fosforlu direkler olsaymış, tabii bunlar gezegenin çekim gücünden etkilenmeyerek sabit kalabileselermiş, o zaman gezegendeki en aptal canlı bile o süratli yolculuğun bilincinde olacak ve bu duyguyu iliklerine dek sürekli hissediyor olacaktı. Hızı tanımlayan, başka bir nesnenin varlığıdır; duran veya daha yavaş ilerleyen başka bir nesne... Daha hızlı ilerleyen nesne olsa, bu sefer geriye gidiyoruz hissine kapılırız.

Kadın, hayagücü sayesinde ışıltılı yıldızlara bakarak ve kendini rüzgara bırakarak, kendini bir uzay yolculuğunda gibi hissedebiliyor. Bazıları yerde duruyorken de yukarı gökyüzüne bakarak o yolculuğu hissedebilir. Çünkü o yolculuk bir gerçek. Ama kaç kişinin bilinci buna açık?

O yolculuğa tezat oluşturan bir yavaşlık, hantallık, durağanlık ile yaşamlarını tamamlayan ne kadar çok canlı var yeryüzünde! Bunu düşünecek zamanları dahi yok kimisinin; kimisi de başka konulara ayırmış beyin gücünü.

Bazı kelebek türleri dünyaya birkaç saatliğine, bir günlüğüne gelirler. Ömürleri bu kadardır. Ne yapar ederlerse, bu ömürlerinde yaparlar. Sonra aynı sessizlikle hiç olmamışçasına yok olurlar. Bazı akıllı canlıları ise bu gezegenin, o kelebek türlerinden bile daha verimsiz yaşarlar. Ortalama ömürleri bir günden çok daha fazladır ama üretkenlikleri o kelebeklerinkinden daha azdır.

Minik gezegen hızla yol alıyor. Bilinen hızların en hızlısı Işık, kaynağından kopmuş ilerliyor. Ama o gezegendeki akıllı canlılar çok durağan yaşamaktalar. Bu büyük bir çelişki. Ve ölümcül bulutlar hızla yaklaşıyor.
 
#4
Ölümcül bulutlara karşı hazırlıklar sürüyor. Hem zenginler cephesinde, hem de komün hareketi cephesinde... Zenginler cephesinde yeraltına kazılan tünellerde ve kapışılan mağaraların derinlerinde açılan lüks şatolara ilişkin yeni bir mimarlık ve mühendislik teknolojisi bile gelişti. Havayı süzerek derinliklere ileten, suyu yeraltı sularından süzerek alan, büyük besin depolarının yer sorununu çözümleyen yeraltı yerleşimi mühendisliği...

Komün hareketi cephesinde de mimarlar ve mühendisler var ve bunlar da teknolojiyi geliştiriyorlar. Ama işleri daha zor. Bir kere daha çok sayıda canlıyı kapsayacak projeler geliştirmeliler. Yer sorunu daha ciddi hissediliyor. Üstelik, tüm elverişli yerleri maddi gücü elinde bulunduranlar kapmış durumda.

En derin dehlizleri onlar kapmış. En büyük mağaraları birkaç zengin aile kapatmış. Okyanus diplerinde kapsüllerde yaşam alanları ayarlamak gibi zorlu projeleri bile uygulayabilecek imkanları var.

Yalnız bir sorunları var zenginler cephesinin. Bu imkanları hayata geçirecek olan yine de ücretli çalışanlar... Makinelerle derin kovuklar açacak olan, maaraları lüks saraylara çevirerek kendileri için katlanılabilir bir yaşam alanı hazırlayacak olan bu çalışanlar. Onlarsa, kendilerinin içinde olamayacağı, kendilerine zehirli gaz bulutlarının altında çürüyerek ölmekten başka bir şeyi vaadetmeyen bir proje için ücret karşılığı da olsa çalışmak istemezler. Bu durumda makineleri kim kullanacak? Projeleri kim hazırlayıp hayata geçirecek? Mühendislerin de çalışan kol ve kafa emekçilerinin de direttiği nokta, ücretten çok kendilerinin de bu yeraltı yaşamında bir şekilde yer almaları.

Çaresiz bunu kabullenecek gibi duruyorlar zenginler. Ama çalışanların sayısını epey az tutuyorlar, kendilerine ayrılan yer daralmasın diye. Çalışanlar deyince tabii aileleri de var. Çalışanlar bireyci olamamış tabii. Ailelerinin de olmasında ısrarlılar.

Komüncüler cephesinde ise böyle bir sorun yok. Tek avantajları bu. Herkes projede çalışıyor. Ama zaten problemi had safhada. O kadar kişi için çok kısıtlı yerler açılabildi. Zehirli gaza karşı koruma ihtimali de çok da güçlü değil. Ama bir ihtimal de olsa var işte. O da yaşamak ihtimali. Yaşamak ve uygarlığı sürdürmek. İlerde belki yeryüzünde tekrar yaşama ortamı oluşursa, geçmişin değerlerine tekrar sahip çıkılacak ve kaldığı yerden yeni ve daha akılcı bir hayat, bu sefer ortakçı bir yaşam sürdürülecek.
 
#5
Zenginler kendi geliştirdikleri çözümü geniş kitlelere kendi özel çözümleri olarak tanıtmadılar. Bunu kitlesel çözümün bir parçası gibi gösterdiler. Herkesi kapsayacaktı, veya herkese çözüm ümidi olacaktı. Ama herkese yönelik geliştirilen bu yeraltı çalışmalarında özel mülkiyet düzeni ilkelerine göre, parayı bastıranın daha özel bir konumu elbette olacaktı.

Ama imkanların sınırlı olduğu ve herkesin kurtulamayacağı, medyada ustalıkla gizleniyordu. Hep yuvarlak rakamlar ve ifadeler kullanılıyordu. "Olabildiğince çok sayıda" nüfusu kapsayacaktı ve "en kısa sürede" bu sayı artırılacaktı. Ama tabii ki parayı bastıranlara sıra önceliği olabilirdi.

Ama gerçekler çuvala sığmayacak kadar açık seçik görülebiliyordu. Zaten özellikle batıda uyanık bir kesim burdaki üçkağıdı ortaya seren yayınlara başlamışdı. Ama onlar çok çeşitli ve farklı gerekçelerle susturulmaya başladı. Bazıları yüzkızartıcı bir suça karışmıştı, bazıları yıkıcı fikirlerle toplumu isyana hazırlamaktaydı. Bir kısmı da eskiden beri sürmekte olan bazı tuhaf politize davalara katıldılar.

Ama esas işlerini kolaylaştıran, kitlelerin geniş bir çoğunluğunun vurdumduymazlığı idi. Çünkü kitleler her nasılsa, tuhaf bir şekilde uyuşturulmuşlardı. Yaklaşan tehlikeyi hiç de önemsemeden, eski tekdüze yaşamlarını sürdürüyorlar ve bu olayın sözünü bile etmiyorlardı. İlk başda bu olayı çok abartarak ve heyecanla dillendirmişler, ama kısa süre sonra bundan da diğer olaylarda olduğu gibi sıkılmış ve unutmuşlardı.

Yalnız, daha dikkatli ve gözlemci gözler, bilimsel çözümlemeci bakışlar, bu vurdumduymazlığın aslında kabullenilmiş bir ölüme karşı inkara dayalı bir içgüdüsel tepki olduğunu ileri sürüyor. Güya kitleler, değiştiremeyeceklerini sandıkları felaketler karşısında bilmezden, görmezden gelen pasif bir tavır içine giriyormuş ve bunu da çeşitli şekillerde yansıtıyormuş. Mesela yaygın bir tüketim oburluğu ile cinsel yaşamlarında bariz biçimde görülen yozlaşma bunun tipik belirtisiymiş. Gerçekten de kitleler tüketemeyecekleri kadar çok malı satın alıp biriktiriyor, yiyecekler tüketilemeden çöpe atılıyordu. Mal satın alıp tüketemeyecek olanlarsa tek tüketim nesnesi olarak seks alanındaki yeni arayışlara vurmuşlardu kendilerini.

Her neyse, bu yaklaşan felaketi önemseyen iki kesim vardı. Biri mülk ve iktidar sahipleri, diğeri ise ilke ve ideal sahipleri. Belki de olay gerçekten önemsizdir, bilinmez. Ama gaz kütlesinin geçtiği yerlerde sararan ve solan canlılığa bakarak, tehlikenin küçümsenemeyeceği ayan beyan anlaşılabilirdi.

Belki de mutasyonla, bu yeni duruma uyum sağlanacak, en dayanıksızlar kurban verildikden sonra, hiç bir şey olmamış gibi aynen yola devam edilecekdi.

Her türlü aykırı olguyu içinde öğütüp sindiren bu kaotik yapı, bunu neden sindirip özümseyemesin ki? Ölümü dahi yenecek kadar güçlü olabilir mi bu yapı? Belki de zenginler açısından bu yeraltı hareketi aslında yeni bir tüketim hamlesiydi. İdealistler içinse yeni bir aldanma hareketi...

Her ne ise yakında anlaşılacak zaten. Bulutların en kalabalık kentlere varmasına çok kısa bir zaman kaldı. Taraflar son hazırlıklarını tamamlamak üzere. En elverişli yerleri zenginler kaptı. Ortakça düzen savaşçıları ise yer kıtlığı nedeniyle, zenginlerin yerlerine yönelik gizli operasyonlar için harekete geçmek üzere.
 
#6
Zenginlerse bu tür operasyon ihtimalini gözönüne alarak, farklı giriş kapakları hazırlamış. Bunlardan iki tanesi gerçek, diğerleri sahte. Sahte olanlar da dahil, hepsi de gizlenmiş. Hepsi de şifreyle açılıyor.

Teknolojik imkanlar sonuna dek bu iş için seferber edilmiş. Anlaşılan zenginlerin canı çok tatlı. Acaba zenginlerin canı mı daha tatlıdır yoksa canları kadar sevdikleri devasa sermaye güçleri mi? Tartışılır...

Bu devasa güç sadece üretimde yer alan para gücü ve makine gücü değil. Aynı zamanda sahibi oldukları veya yönlendirebildikleri tüm iletişim, bilişim ve yönetişim araçlarını da kapsıyor. Çünkü bunların tümü birleşmiş ve içiçe geçmiş. Büyük sermaye sınıfı için hepsi de kendisine ait ve hepsinin varlığı aynı amaca hizmet ediyor. İktidarının sürdürülmesine...

İşte şimdi bu sınıf, bu iktidardaki sınıf, bambaşka bir dertle karşıkarşıya. Varlığını sürdürme derdi. Bu varlığı tehdit edense karşıtı olan sınıf değil, -o çoktan beridir etkisizleştirilmiş- onun yerine yine kendisinin yarattığı bir doğa canavarı.

bu canavar hızla yaklaşırken iktidar sahibi olan sınıfın elemanları, yanına daha alt kademe zenginleri de alarak hayatta kalma mücadelesi veriyor. Diğer tüm sınıfları harcayarak... Zaten onlar için yapabileceği bir şey yok.

Oligarşinin genç ve radikal üyelerince yeraltındaki çözüm önerileri yeterli bulunmuyor ve uzayda yaşam imkanlarının zorlanması üzerinde duruluyor. Birkaç gemiyle uzaya, uzaydaki bir başka gezegene gidilebilir mi? Peki kaç kişi alır bu uzay gemisi? Parası önemli değil...

"Para mı? Dalga mı geçiyorsun hemşerim?! Bu saatten sonra ne yapalm parayı?!" Bu şekilde sormadılar tabii soruyu teknisyenler. Onun yerine, uzaya gidecek bir geminin çok sınırlı sayıda kişiyi alacağını, ayrıca henüz uzayda aynı yaşam koşullarına sahip başka bir gezegen keşfedilemediğini kibarca hatırlattılar. Daha çok para harcayarak ve bu konularda teknolojiye yatırım yaparak imkanları artırmanın, süreci hızlandırmanın yolu yok mudur? "Yoktur efendim. Çünkü artık paranın gücü eskisi kadar geçmiyor ve ayrıca zaman sınırlı."

Uzaydan umudunu kesen radikaller, çaresiz, ılımlı sınıfdaşlarının çözüm önerisine yöneldiler. Yani yeraltına ve denizlerin derinliklerine... Ama bu da çok zahmetli bir iş. Üstelik çalışanları çalışmaya ikna etmek çok zor ve her an bırakıp gidebiliyorlar. özellikler teknisyenler ve mühendisler... Bunlara da içerde yer ayarlamayı kabul etmek zorunda kalıyor zenginler.

Ama yerler de çok sınırlı ve o sınırlı yerlere bazı anarşist gruplar ani baskınlar yapabilir. O nedenle şifreli gizli girişler var ve sahteleri de yanıltmak amaçlı. Ama yine de tedirginlik had safhada.

Spor otomobil uzakdaki beldeye sonunda vardı ve genç kadının sanal uzay yolculuğu bittiğinde saçları rüzgardan karmakarışık olmuştu. Bavullarını alıp beldedeki tek otele girdiklerinde adam hâlâ yer olup olmadığını düşünüyordu. Şans eseri, oteldeki son boş odayı hemen tuttular.
 
#7
Tuttular ama daha yatağa yerleşmek üzereydiler ki, içeri girişlerinden on dakika sonra odanın kapısı dışardan birilerince açmaya çalışıldı. Hırsız sandılar ama başka bir müsteriymiş. Meğer aynı yer başka birine daha rezerve edilmişmiş. O saatden sonra meselenin çözümlenecek yanı kalmamışdı. Tek çözüm "hepimiz kardeşiz" çözümü idi. Yeni gelen karı-kocayı da aynı odaya alıverdiler. Sabah ola hayrola...

Bu belde, havası temiz, suyu temiz, yaz-kış gürül gürül suları akan pınarları, baldan tatlı yemişleri ve her derde deva bitkileri ile tam bir yalancı cennet idi. Bilenler zaten eskiden beri buraya şiva bulmaya gelirdi. Eskiden yokdu ama son yıllarda bir de kaplıca suyunun şifası keşfedilmişdi. Orası da pek makbul bir yer oluvermişdi. Doluluk oranı son bir yıldır tam olmuşdu beldenin tek otelinin.

Tek otel yetmiyordu ve ikinci otel inşaat halindeydi ama güya fay hattına yapılıyor diye şikayet edilmişdi de merkezden gelen müfettişler inceleyip mühürlemişlerdi. Güya rüşveti istemişerdi de alamamışlardı. Ama buna imkan yokdu çünkü rüşvet isteseler hemen alırlardı. Yani bizimkiler hemen verirlerdi merkezden gelenlere. Ama demek ki fayın çatlağı büyükdü. Güya tepelerdeki kumlar her yağmurda akıp gidiyordu da tepelik yer nerdeyse düzlük oluvercekti.

Ama bu yer, gezegenin başına gelen son felaketden bu yana yerli çözüm üreticilerince daha da kıymete binmişti. buranın temiz havasının, suyunun, meyve ve sabzelerinin, şifalı bitkilerinin her türlü zehirli buluta, radyasyona, gaza çare olacağı iddia ediliyor ve inananların akınına uğramaya başlıyordu. Belde halkı bereket, epey misafirperverdi ve evlerine konuk alıyordu. Tamam, onlara kendi ürünleri balı, kurutulmuş biberi, patlıcanı satmaya çalışıyorlardı ama konuklukları nedeniyle kesinlikle ücret istemiyorlardı. Zaten turizme alıştırılmış, geçimlerini turizmden elde eder hale getirilmiş olmasalardı bunu da yapmazlardı.

Sabah olup da hayır olacak mı diye iki yabancı aile yatakda uykusuz beklerken, gazeteler de uçaklarla ülkenin döst yanına postaya verimişdi bile. Gazetelerdeki bir habere göre, yaklaşan felaketin geldiği yerdeki yaygın radyasyon nedeniyle o bölgedeki turistik faaliyetler tamamen durmuşdu. Tüm rezervasyonlar iptal edilmişdi ve o gezegenin en pahalı ve lüks turistik seferlerine sahne olan bu yerler şimdi kuş uçmaz, kervan geçmez yerlere haline dönmüşdü.

Ama o ne, o gazetelerdeki bir ilana göre, o turistik yerlere "büyük, inanılmaz, şok, şok, şok indirim" ile yerli bir turizm acentası turistik sefer düzenliyordu. Büyük indirimlerle düzenlenen seyahate katılacak cesur maceracılara ayrıca hediye olarak radyasyongeçirmez kağıt maskeler verilecekdi.

Sabah olup da gazete ilanı belde halkının okur yazar kahve müdavimlerince okununca, kahvelerdeki en popüler konu bu olacakdı ve işini bilir belde halkı hemen, kağıtdan radyasyongeçirmez maskeler yapmaya koyulacakdı.

Ama vakit yaklaşıyordu. Gezegen hızla ve dönerek yol alıyordu. Hem kendi yörüngesinde ve hem de uzayın karanlıklarında, ışığın kaybolduğu, yitip gittiği, bilinmeyen yerlere doğru...
 
#8
Işığın kaybolduğu, yitip gittiği, bilinmeyen bir yerlere doğru elele yürüdüler. oteldeki yer sorunu çözümlenememişdi ve kendilerini evlerine kabul eden belde halkından konuksever vatandaşın onların evli olmadığını öğrenince biraz ters ters bakmaya başlaması üzerine evden ayrılıp, geceyi, sahile vuran dalgaların eşliğinde, yıldızları seyrederek geçirmeye karar vermişlerdi.

Birkaç da bira almışlardı. Erkeğin denizden yakaladığı midyeleri bira kutusunun içinde pişirip yiyerek, eski güzel günlere dair anılarını anlatarak, bolca da gülerek geç vakitlere kadar eğlendiler. Kadının başı hep göğe kalkıkdı. O kadar canlıydı ki yıldızlar, o kadar oynakdılar ki, bakışlarını onlardan alamıyordu.

Çok az zamanları kalmışdı ve sonra bir daha göremeyeceklerdi bu güzellikleri. Pek çokları farkında bile değildi bunların. Alabildiğine hoyratça tüketip tahrip ederek vahşi bir çekirge sürüsü gibi bitirdiği bu dünyanın artık daha fazla tüketilemeyeceği tek tesellisiydi kadının. Belki kendilerinden sonra, çok sonra yeniden gelişecek bir akıllı yaşamda dünya daha insaflı değerlendirilecekdi. Belki kendilerinden sonra gelecek yeni akıllı canlılar, dünyayı sadece kendilerinin malı gibi görmeyecek ve onun sesine soluğuna saygı göstereceklerdi. Belki... Tabii bu ölüm gazının etkisi bir gün geçerse ve çok sonra yeni bir akıllı tür türeyebilirse. Onlar belki bizden, bizim yaptıklarımızdan ders alıp bizim hatalarımızı tekrar etmezler ve dünyayı emanet aldıkları gibi gelecek kuşaklara teslim etmeye özen gösterirler.
 
#9
"Gelecek kuşaklar olacak mı acaba?" diye sordu kadın. Adam anlamadan baktı. O sırada sönmeye yüz tutan ateşi canlandırmaya çalıştığından, adam henüz kadın kadar hayallere dalmaya fırsat bulamamışdı.

"Bu dünyayı gelecek kuşaklara bırakabilecek miyiz? Bizden sonrakiler var olabilecek mi? Bunu kastediyorum."

"Olacak tabii ki..." Adam doğuşdan iyimserdi. Bu felaketi de gereğinden fazla önemsemiyordu. Bu uzak beldeye de daha çok macera niyetiyle gelmişdi. Böyle güzel bir kadınla çok daha uzak maceralara da katılırdı.

"Nerden biliyorsun?"

"Biliyorum, çünkü uygarlığımız hep var olageldi. Dünyamız şimdiye dek ne felaketler atlattı ve yaşam yine de sürdü. Şimdi yine öyle olacak."

"Bu sefer sonuna geldik ama. Film kopuyor işte."

"Beş dakika moladır belki de."

"Beş yüz yıl kadar sürecek bir mola olmasın da..."

"Milyonlarca yıllık bir uygarlık için beş yüz yıl, beş dakika gibidir zaten."

"Ne kadar da umursamazsın!"

"Yaşlı ve yorgun dünyamızın 'kısa' bir ihtiyaç molasına ihtiyaç duymasını doğal karşılamalıyız belki de."

"Yani ortadan kalkmalı mıyız diyorsun?"

"Onu hakkederek, onunla uyum içinde var olmayı beceremediğimize göre, bir süreliğine yok olsak?.. Dünyamız kendini toparlayınca yeni bir tür evrimleşir belki ve her şeye yeni başdan başlar."

"Olmaz! Yeni bir tür, her şeye yeni başdan başlamak... Buna vaktimiz yok. Başarmalıyız!"

"Ne vakti? Baksana şu sonsuz gökyüzüne. Zaten bakıyorsun hep. Bu sonsuz evrende zamandan bol ne var?"

"Bu işi başarmalıyız diyorum. Bizim gezegenimizde vakit şimdidir, şu andır artık. Yoksa, yarın diye bir şey yok. Ya yeni bir geleceğe güçlü bir sayfa açacağız, ya da o soysuz sömürgenlerle birlikte, tüm bir uygarlık değerlerimizle yok olacağız."

"Bir bira daha?.."

"Ver... Bira içerek geleceği tartışmak... Ama başka da yapabileceğimiz bir şey yok şu an."

"Neden yokmuş? Neden o komüncülerle birikte yeraltı yaşamını inşa faaliyetine katılmadın?"

Kadın adamın imâlı sorusu karşısında bir an duraladı. Biraz birasından yudumladı.

"Katılmadım çünkü..."

Suskunluğunu adam cevapsızlığına yordu. Oysa kadının suskunluğu bir iç sorgulamadan kaynaklanıyordu. Bu muhteşem ve hüzünlü gecede, bunları anlatsa mıydı sevgilisine? Anlar mıydı? Çünkü doğal olarak iyice duyarsızlaşmış idi son zamanlarda. Zaten biraz öyleydi hep.

"Katılmadım çünkü, komüncüler de o zengin sömürgenleri, onların yolunu, yöntemini taklit ediyorlar. Onlar da dünyayı köstebekler gibi delip, derinlerde kök yaşamlar arayışı içindeler. Onların bu tercihi sonunda da soyumuzun büyük kısmı yok olmaktan kurtulamayacak. Onların bu yolu da aynı şekilde birilerini daha başdan çiziyor. 'Siz yoksunuz' diyor. Başka çareleri olmaması, bu yolun yolcularını da aynı ahlakî sorundan muaf tutmuyor."

"Peki sen ne öneriyorsun?"

"Ben ne mi öneriyorum?.."

Dalgın dalgın göğe bakmaya devam etti. Adam onun meçhul uzaylılardan yardım istemeyi düşündüğünü düşündü.

Dalgalar sesleniyordu şimdi sadece; ılık, dingin, ahenkli, baştan çıkarıcı...
 
#10
Dalgalar sesleniyordu ama şimdi nedense dalgaların sesi de farklı gibiydi. Sanki o hışırtılı sesinde biraz kırgınlık var gibiydi. Sanki ihanete uğramış gibi daha bir alçakdan çıkıyordu sesi. Ama asıl başkalık dalgaların hareketindeydi. Dalgalar geliyor, zoraki kıyıya çarpıyor, sonra geri çekiliyor ama sanki tekrar gelmekde her yeni hareketde biraz daha isteksiz davranıyordu.

Hızla yaklaşan ölümü, yavaşça ölerek karşılıyor gibiydi deniz. Bu haliyle, hayatı aynı yavaşlıkla yaşamaya devam eden gezegen halkından etkilenmişe benziyordu. Hızla giden gezegende, hızla yaklaşan kaçınılmaz sona karşı, aynı umursamaz tekdüzeliği, her gün yeniden tekrarlayan hayat savurganlarını akla getiriyordu.

Ama hızla hayat kaynağını tüketmeye devam eden açgözlüler de boş durmuyordu. Yaklaşan ölümcül haber, onları durdurmuyor, doğayı biraz daha katletmeye yönelik yeni çılgın projelerini uygulamaya koymak için sabırsızca avuçlarını ovuşturuyorlardı.

İşte yeni bir çılgın proje daha... Dağı ikiye ayırıp, ortasına bir göl, bir nehir, bir deniz, birkaç ada, bir de baraj koymaya karar vermişlerdi ve medya şirketleri bunu büyük bir marifet gibi pazarlamaya girişmişlerdi bile.

havada sanal milyarlar uçuşuyordu tomar tomar. Hayalî paralar deste deste yükseliyordu; yatırımcılar sıraya girmişdi ve arazi fiyatları uçuşa geçmişdi. Gariban halkla röportajlar yapılıyor ve köyden göçenlerden birisi "satmam" diyordu. Bir başkası ise "satarım, ben yatırımcıyım" diyordu. Yatırımcılık gözde kelime olmuşdu. Ama nereye neyi yatıracaklarını ciddi olarak düşündükleri yokdu. Çünkü henüz o kısma gelinmemişdi. Yani medya o kısma getirmemişdi konuyu.

Milyonlarca ağaç kesilecekdi ve milyarlarca orman canlısının yaşamı son bulacakdı. Ama ne gam! Zaten felaket onları bitirmeyecek miydi ve zaten ölümlü değil miydi dünya... Yatırımdan önemli miydi yani...

Gölün, denizin, barajın kenarına sütun gibi gökdelenler yükseliyor, Göğün bulutları gökdelenler arasından kendine yol arıyor, yeni kurulan adalarda 17 yıldızlı oteller yabancı yatırımcıları ağırlamaya hazırlanıyordu. Yok edilen ormanların, köylerin, ırmakların ve doğal yaşamın yerine kurulan megamega kentlerin içinde üretilen artı değer yeni fetihlere doğru yola çıkarılmak üzere hazırlanıyordu.

Tabii henüz sanaldı her şey...

Yok olmakda oluş gerçekdi. Şu son sığınak olan beldemiz de bu çılgın projede megamega sanal kentin saldırısı altında yok olacakların arasında idi ve iki genç, kadın ve erkek, henüz yok olmamış ama sesi ve hareketi farklılaşmış gibi görünen dalgalara karşı biralarını içerek zamanın sonunu bekliyorlardı.

"Tabii ki uzaylılardan yardım istemeyi önermiyorum." dedi kadın, gülümseyerek.
 
#11
"Tabii ki uzaylılardan yardım istemeyi önermiyorum, hatta uzaylılar diye kategorize edilen, ettiğimiz, etmek zorunda bırakıldığımız, bizden başka akıllı kardeşlerimiz var mı, bunu da bilmiyorum, ama uzaya bakıyorum ve diyorum ki..."

Kadın birasından deriin bir yudum daha çekti. O kadar derin ki adam şaşkınlıkla gayrı ihtiyari kadına uzunca bakakaldı. Bu uzun çekişi bir erkek yapabilirdi ancak... sanki... Ama sevdiği kadın yapıvermişdi işte. Ve kendisini ödün vermiş gibi hissetmiyordu erkekliği konusunda, "hakimiyeti", "erkek-egemen"liği konusunda... Öylesine usulca ve öylesine güvenle yapmışdı bunu, doğal bir hareketle, tıpkı dalgaların hareketi gibi, veya balıkların, veya gece uçuşan kuşların...

Adam kadına bakakalmaya devam ederken, -bu bakışda biraz da o kadının güzel gözlerindeki alışık olmadığı hüzünlü ifade vardı- kadın konuşmasını sürdürdü. "... ve diyorum ki, eyy halkımız, görebilecek misiniz bu pike yapışlarını şu kuşların böyle denize; tadabilecek misiniz şu batan güneşe karşı ve çıkan ayın altında, dalgaların sesi eşliğinde arkadaşça sohbet edip yaşıyor olmanın verdiği sevinci? Arkadaşça ve insanca yaşadım diyebilmenin ferahığıyla, özgüveniyle, huzuruyla ve coşkusuyla dimdik ayakda duran onurunuzla, benliğinizle, meydan okuyuşunuzla... yaşayabilecek miziniz bir daha böye?!"

Hızla bir yudum daha, ama biraz daha az...

"Eğer hayırsa, o halde neden bunu umursamazsınız, neden bir çare düşünmezsiniz, neden bu kadar vurdumduymazsınız?!"

"Önerim yok. Bu yüzden ben de katılmalıydım köstebek gibi yerin altında dehlizler açanların arasına. Yakında egemenlerin mağara-saraylarına saldırılar düzenleyecek olan yeraltı-gerillalarının arasına katılmalıydım belki de. Ama burda; denizin dalgalarının son hışırtısında, gece kuşlarının son kanat çırpışında, ayın son soluk ışığı altında, senle, son sevgilimle bira içip gönlümdeki hüznü kabartarak vaktimi harcamayı bu zorunlu görevime yeğliyorum."

Adam cevap veremediği için mi, kendi birasından gereksiz yere fazlaca bir yudum aldı. Cevap olarak o da göğe bakdı. Sanki bir meteor düşüyordu. Yanarak ve acı acı... Eskiden gezegen halkı bu görüntüyü görünce dilek tutardı. Şimdi ise kötü düşünceler geliyordu akla. O da kötü düşüncelerini savmak istercesine denizin yakamozlarına bakdı. Yakamozlar bile bir başkaydı bu gece. Sanki daha bir soluk, daha bir cansız; onlar bile kaçıp derinliklerine gizlenmişdi denizin. Denizaltı yakamozları...
 
#14
Büyük felaket yaklaşırken, arada küçük felaketler de oluyordu. Sanki gezegen düşük yoğunluklu bir isyana kalkışmışdı. Akıllı canlı türünün kendisine yaptıklarına karşı, artık dönüşü olmayan bir yola girildiğini kanıtlamak istercesine çeşitli bölgelerden kara haberler geliyordu.

Bir şehrin baraj sularına siyanür karıştığı haberleri geldi. Çevrede zehirlenme vakaları ortaya çıkmasından korkuluyordu. Ama yerel yönetim olayı önemsiz göstermeye çalışıyor ve her türlü önlemin anında alındığını, korkmaya mahal bulunmadığını bildiriyordu. Oysa yerel halkın ifadelerine bakılırsa halen o bölgede siyanürle üretim devam ediliyordu. Yerel egemenler halka yalan söylüyordu yani.

Yalan söylemek de bir gereklilikdi ama. halkın buna ihtiyacı vardı. Herkes artık sayılı günler kaldığını biliyor ama yine de rahatlatıcı resmî yalanlara inanmayı yeğliyordu. Sırf bu yalanları dinlemek için kimileri ekran karşısına geçip ardına kadar açdıkları televizyonları yakından izleyerek oyalanmaya çalışıyordu. İşin ilginci bu yalanları hem eleştiriyor ve onu söyleyenlerle alay ediyorlar, hem de onlara yine de gönüllü olarak inanmaya çalışıyorlardı.

Hatta kimileri aslında küresel bir felaket olmadığını, bunun aşırı evhamlı veya ilgi çekmek isteyen bilimcilerin abartması olduğunu, belki de koplo teorisi ile açıklamak gerekdiğini ileri sürmeye kalkıyordu. Zaten ortada, mayıs ayında görülen kar yağışları gibi iklim değişikliklerinden, sular altında kalmaya başlayan kimi yerleşim yerlerinden, sayısı giderek artan kanser vakalarından başka da bir kanıt bulunmamakdaydı. Oysa bunlar doğal sürecin bir parçası da olabilirdi. Nitekim geçen yıllarda azalan yağışlar ve çekilen susuzluk, sonraki yıllarda görülen sık yağışlı havaların etkisiyle yerini sel baskınlı, aşırı dolu barajların doluluk haddini aşdığı günlere bırakmış, bu durumu da kimileri küresel ısınmanın bir palavra olduğu, kimileri ise bir gerçek olduğu şeklinde yorumlamışdı.

Yeraltı şehirlerinden bazıları artık tamamlanma aşamasına gelmişdi. Bu inşaat için gerekli finansmanı sağlayan zenginlerin ayrıcalıklı yerleri zaten hazırdı. bu işde çalışan teknisyen ve mühendislerin aileleri için de biraz yer ayrılmışdı. Biraz da halk için yer vardı. Buralar için çekiliş yapılacakdı o gün. Binlerce kişi hıncahınç salonu doldurmuş ve kendisine verilen numaranın okunmasını umarak bekliyordu.

Halkdan kişilerin de az da olsa bu yeraltı sığınaklarına alınmaları fikri egemenler açısından dahiyane bir fikirdi. Böylece muhtemel baskınlara karşı nispî bir meşruiyet elde etmiş oluyorlardı. Baskını yapması muhtemel olan komüncülerle sıradan halkı karşı karşıya getirmeyi amaçlıyordu egemenlerin taktisyenleri.

Kısacası aslında bir alt üst oluş için koşullar tamdı. Ama yine de bu alt üst oluş daha oluşmadan sindirilmek üzere gibi görünüyordu. Çünkü henüz kimse bu alt üst oluşun ne tür bir yeni oluşuma gebe olabileceğini kestiremiyordu. Ama yine de beklenmedik ve öngörülmedik pek çok şey olabilirdi. Kestirilemezliğe doğru hızla yol alıyordu gezegen. O ağır ve hantal gövdesinden beklenmedik ve yine de kanıksanmış olan o yüksek hızıyla, kendi rutini içinde döne döne ilerliyordu.
 
#15
Siyanür bulutları dolu dolu idiler. Bereketin, bolluğun, insan emeğiyle yetiştirilen onca ürünün, sebze ve meyvenin üzerine ölüm ölüm yağdılar. Barajların tutamadığı, zaptedemediği zehirli sular akın akın akdılar. Önlerine alıp götürdükleri kolay yoldan ölüp gitti. Ama o zehiri suların altında kalıp ölümle aşılanan ürünler anında sararıp solarak, hastalığını rengine verip tarlalarda kalakaldı.

Ama orda kalmayacakdı. O ürünler yine de pazara sunulmaya doğru isteksizce ilerleyecekdi. O ürünler paketlenecek, gemilere yüklenecek, gelişmiş ülkelere ihraç edilecekdi. İhraç edilemeyenler ile gelişmiş ülkelerden içeri alınmayıp geri gönderilenler içerde tüketilecekdi. En başda en büyük mülkî idaredekiler avuç avuç yiyecek ve kameralar bunu herkese gösterecekdi. Herkesler de buna gönüllü olarak inanacakdı. İnanmaya yazgılıydı onlar da. Yoksa ne ile devam edecekdi yaşam? Ölümün nefesi sonra duyulacakdı. Yaşamın devam edebilmesi için ölümün nefesini tadarak yürümek zorunda kalınan bir dönemdi bu dönem.

Afetin patlak verdiği yerin yakınındaydı bizim beldemiz. Kadınla erkeğin, geceleri sahilde bira içip denizi ve yıldızları izleyerek uyuyakaldıkları, gündüzleri de balını, yemişini, meyvesini yeyip kahvelerinde şırasını içdikleri o şirin ve taze turistik beldemiz hani... O da ister istemez etkilenmişdi bu bulutların kokusundan ve neminden. O da sararıp solmaya başlamışdı yavaşdan. Onun halkı da telaşa kapılıp kalkıp göç eylemeye başlamışdı şimdiden.

Kadınla erkek de kalkıp göçeyleyenlerin arasına katıldı. Yanıbaşlarında, bir yanlışlık sonucu aynı otel odasını paylaşmak zorunda bırakıldıkları kişi de yürüyordu tesadüfen. Yüzünde belirgin bir korku vardı. Aynı yolda yanyana yürüyorlardı şimdi. Yanyana yürüyorlardı yerel halkın köylüleriyle, otel sahibiyle, esnafıyla ve mülkî amiriyle. Eşit bir yürüyüşdü bu.

Kitleler yola koyulmuş yürüyordu. Çünkü otobüslerde boş yer yokdu. Gidecek pek bir yer de yokdu aslında. İklim dengesizliği nedeniyle yaza girilirken kimi yere kar yağıyor, kimi yerde fırtınalar köklerinden ağaçları söküp paralıyordu.

Ufakdan ufakdan depremler oluyordu. Bunlara artçı mı, öncü mü, ne diyeceklerini tartışmayı artık bırakmışdı yerbilimciler. Kameralar, yıkılan kuleleri gösteriyordu. Ağlaşan kitlelerin acınası hallerinden daha çok dikkat çekiyordu kulelerin devrilişi. Ne de olsa her zaman görülmüyordu bu.

Bir de seçimler yaklaşıyordu. Politikacılar meydanlarda kitlelere hitap ediyordu. Kitleler hem kalkıp göçeyliyor, hem de bunların vaadlerini dinliyordu. Tekerlek sesleri, at kişnemeleri, seçim arabalarından yükselen parti marşları, müzikleri, çocuk ağlamaları, kötü hatiplerin kısılmış sesleriyle yapdığı hitabetler, yerel depremlerin çatırdıları, dönerek giden gezegenin sesi... hepsi birbirine karışarak son büyük senfoniyi; "ölümcül kakafoni"yi oluşturuyordu.
 
#16
Kalkıp göçeyleyen kervandaki at sesi, it sesi, nal sesi, politikacı haykırması, bebek viyaklaması, tekerlek gıcırtısı, yer depremesi sesi, gezegen iniltisi gibi seslerin içine birdenbire tayyare sesi, bombardıman gürültüsü de karıştı. Ardından sadece feryat figan içinde kaçışan ahalinin çığlıkları duyuldu. Diğer tüm sesler susmuşdu. Hatta depreme sesi ile gezegenin hızından kaynaklı ses bile sanki duyulmuyor gibiydi. Oysa gezegen bu kadarcık bir bombardımanla ne hızını azaltır, ne güzergahını değiştirir, ne de uzayda 5 milyar yıldır seslendirdiği uzayda son tangoyu seslendirmeyi bırakırdı. Bu kadarcık bir bombardıman en fazla dağları taşları paramparça eder, ormanları kül eder, ormandaki canlıları kaçırtır ve kaçamayanları yok eder, kaçabilenleri ise depresyonlara sürüklerdi.

Kalkıp göçeyleyen turistik belde ahalisi, bombardımanın ardından kendine gelip yaralarını sardıkdan, ölülerini gömdükden sonra topralanıp "ne oluyoruz yahu?!" diye kendi aralarında istişare ettiler. Bir sonuca varamamışlardı ki, ajans bültenlerinden, yakın bir diyardaki "herşey serbest bölgesi"nden buraya yanlışlıkla gelmiş, rotasını şaşırmış bir tayyarenin kımıldayan her canlıya bomba yağdırma refleksiyle aşağı bırakıverdiği bombaların kazara kurbanı olduklarını öğrendiler. Meğerse sadece bir kazaymış. Ama bu kadar dikkatsizlik de olmazdı ki canım! Biraz dikkat etmek gerekmez miydi? Zaten her şey kötüye giderken üstüne bir de bu kaza bombaları... Gel de isyan etme. Gel de "nerde bu devlet, nerde bu millet?" deme. Geleceğim ama yol bozuh bozuh, dedi ahali ve yolculuğuna devam etti.

Akşam mola verdikleri bi benzin istasyonundaki tv ekranında ise bu bombardımanın yapılış gerekçesi olarak, bir yeraltı yaşam merkezine baskın düzenlemek isteyen komüncü teröristlerin üzerine ani baskın yapılması olduğunu öğrendiler. Baskında tüm teröristler ölü ele geçirilmişdi ama kendileri henüz yaşamakda olduklarını sanıyorlardı.

Haberin ardından konuşma yapan bir üst düzey yetkili bu teröristlere bir çakıl taşı dahi vermeyeceklerini açıklarken, bu uğurda ülkenin tüm topraklarını, ormanlarını, derelerini, vadilerini, dağlarını ot bitmez, kervan geçmez, kuş uçmaz viran diyarlara çevirmekden çekinmeyeceklerini anlatan bakışlarla bakıyordu. Oysa çakıl taşı bile bu bakışlardaki anlatımdan daha çok yaşam vaadedebilirdi. Bir deniz kenarındaki yosunlu bir taş bile bu bakışdaki ifadenin yanında yaşam pınarı gibi kalırdı. Kendine ait olduğunu iddia ettikleri dağı, ormanları, pınarları bombardımana bu kadar istekli tutan bir zihniyet acaba yaşamın anlamına biraz sahip olsa, kendi toprakları üstünde böyle ateşli biçimde ateşli silahları kullanır mıydı?

Kervan ilerliyordu ama ülkede de, gezegenin diğer yerlerinde de "normal" yaşam devam ediyor gibiydi de. Sanki bu bir halüsinasyondu. Sanki yaşananlar bazı aşırı veya marjinal kesimlerin abartması veya komplo teorisiydi. Oysa az önce yağan bombalar gerçekdi. Oysa geride bırakdıkları evleri, yurtları anılarda da kalmış olsa gerçekdi.

Kadınla adam da kervandaydı. Kadın da adam da yara almamışdı ama ağır yaralı gibi sarsılarak yürüyorlardı. Kadın yine akşamları arada başını göğe kaldırıp uzakdaki gezegenlere ve yıldızlara bakıyordu.
 
#17
Kalkıp göçeyleyen kafile merkez şehre vardı. Bir bölgede çadırkente alındılar. Kumanyalar verildi. Ama bunlar, kaçıp geldikleri beldedeki zehirli ortamdan etkilenen zararlı yiyeceklerdi. Kalkıp göçeyleyerek kaçıp geldikleri yerdeki ölümcül hava, kendilerinden önce varmışdı buraya. Yapacak çok az şey vardı.

Başını yukarı kaldırmakdan başka çok az canlılık belirtisi gösteren kadınımız havada uçan kuşları gördü. Kafileler halinde uzaklara göçediyorlardı. Bunların, kaçıp geldikleri yerde görüp ekmek attıkları kuşlar olduğunu düşündü. Oysa ki bunlar daha uzaklardan geliyordu. Asıl büyük zehirli gaz bulutlarının hızla geldiği yerlerden...

Sağlık kontrolleri başlayacak diye bir haber geldi. Oysa kontrol edecek makineler de zarar verecek durumdaydı. Bu durumda kontrol yaptırmamak daha iyi gibiydi. Ama kadınla adam dışındakiler yine de muayene için sıraya girdi.

Kadın hep yukarı bakıyordu. Yukardan bazan kuşlar dökülüyordu. Ağaçlardan çokça yapraklar dökülüyordu. Bir yerlerde gezegenin akıllı canlıları hastalanıp düşüyordu.

Deletlerin yöneticileri her şeyin kontrol altında olduğuna dair yatıştırıcı mesajlar veriyorlardı.

Bulutlar aniden gelip bastırdı. Zenginler yeraltı sığınaklarına kaçmışdı. Bunlardan birkaç tanesini komüncüler basmışdı.

Bundan sonra gök kubbenin altında başkaca bir şey olmamış gibiydi. Dökülenler, düşenler, sararıp solanlar, sahipsizce yok olanlar olağan hareketlerine devam ettiler. Bundan gayri bir önemli olay olmuyor gibiydi. Delet yöneticileri tv kanallarından halka, önceden kaydedilmiş band görüntüleri ile yatıştırıcı mesajlar vermeye devam ettiler. Bu görüntülerin banddan olduğu herkesçe biliniyordu ve herkes de bunun anlamı altında darbe yemişçesine eziliyordu ama yine de çoğunluk bu yatıştırıcı mesajlara inanmayı yeğledi.

Zaten kısa süre sonra gerçekler ortaya çıktı. Değişen pek bir şey olmamışdı. Ölümcül bulutlar gelmiş ve her yeri işgal etmişdi. Ama hayat sürüyordu işte. Bazıları ölüyordu tamam; bazıları ağır derecede hastalanıyordu ve bir türlü iyileşmek bilmiyordu; kuşlar göçüp gitmiş ve geride ölülerini bırakmışdı; karıncalar, arılar, çiçekler, yapraklar, akıllı olmayan cümle mahlukat çekip bilinmeyen bir yerlere gitmişdi ve akıllı egemenlerini yeryüzünün, bir başlarına bırakmışlardı ama yine de gezegende yaşam sürüyordu. Bu muydu yani, o kadar gözlerinde büyüttükleri ölümcül ortam? Oysa sadece kısmî bir zarar ile kurtulmuşlardı. Kalanlar zaten yavaş yavaş zehirlene zehirlene, benzer zehirleri kuşakdan kuşağa aktara aktara bağışıklık kazanmış olanlardı. Ve bundan sonraki zehirli ortamlara daha çok bağışıklık kazanmış bir tür olarak soyu devam ettireceklerdi. O her şeyden önemli olan soyu...

Kuşsuz, böceksiz, ağaçsız, çiçeksiz, boş bir dünyada yaşayacaklardı artık ama olsun. Bunların yapay olanlarını, simülasyonlarını, robotlarını, çizgi-filmlerini, animasyonlarını yaparak yeni kuşakları bu konularda bilgilendirecek, yapma çiçeklerle dolu bahçelerde, icabında gaz maskeleriyle mutlu mesut hayatlar temin edebilecekdi artık gelişmiş akıllı düzen.

Üstelik yaşanan acı tecrübelerden ders almış olarak, bundan sonra daha az hata yapacak, doğal felaketlere karşı daha dayanıklı tesisler, merkezler, kuleler inşa edecek; genetik alanındaki ilerlemeler sayesinde zehre, radyasyona, siyanüre ve cümle zararlı ve kötü süprizlere karşı daha dayanıklı bir soy oluşturabilecekdi.

Hemen yeni ödenekler ayrıldı. Kıyıda köşede kalmış dereciklerin üzerine yeni santraller yapımına hız verildi. Toprak topraklıktan çıkıp başka bir duruma geçerken, bu işler için alınan devlet kredileri çabucak kendini karşılayan kârlar olarak geri döndü. Son hayatta kalabilmiş bir su samuru da can verirken, bilimle uğraşanlar gecikmeden bu türün dna'sını alıp labaratuarda üretmek için çalışmalara başladılar.

Zenginler yeraltı sığınaklarından tamamen çıkıp yerüstü saraylarına geçtiler. Komüncüler basdıkları ve kendi kurdukları yeraltı sığınaklarından çıkıp yeryüzündeki kulübelerine döndüler. Fazladan yüzlerine daha bir kindar bakış gelip oturmuşdu.

Artık daha güçlüydüler; kin duydukları sınıfsa daha bir zayıfdı. Artık umutlar daha fazlaydı.

Kadınla adam o zehirli-bulutlu havanın tüm gezegeni sarıp sarmaladığı o günün gecesi, bir deniz kenarında, soluk yıldızları seyredip son biralarını da tükettikden sonra... son bir hamleyle, uçurumun dibine doğru kısa bir yolculuğa atladılar.


bitti
 
Üst